Nefes Alıp Veren Bir Kent Manifestosu

Ceren Boğaç, 2011

İDEAL KENT Dergisi

Sayı: 5 OCAK 2012 ISSN 1307-9905, ss. 220-225

İnsanlar ‘Vahşi kent’le bir bütün olmadan çok önceydi.

Çağdaş dedikleri mimarinin ardına saklandığı ‘düzen duygusu’ nun çevrede yarattığı yalancı his ve gerçeklikler, insan oluşumuzun ne bütünlüğüne, ne de çok fonksiyonlu organizma oluşuna cevap verebiliyordu uzun zamandır. Bir durağanlığın içinde yaşıyorduk.  Mekanlarımız kıpırtısızdı. Hayat hiç bir zaman hareketsiz değilken, mekan nasıl olabilirdi ki? Kentler nasıl olabilirdi?

Birileri sürekli geçmişi övüyordu. Birileri sürekli geleceği. Oysa bizim sahip olduğumuz tek şey şu andı ve bizler daha fazla bu bekleyişin esiri olmak istemiyorduk. Her geçen gün daha çok insan katılıyordu aramıza ve hepimiz şimdiki ana taşmak ve sahip olduğumuz tek şeye sahip çıkmak istiyorduk. Bize neyi nerde ve nasıl yapmamız gerektiğini emreden mekanlarda, daha fazla bölünmeye ve yönetilmeye karşı çıkıyorduk.

Bıraksak, bizim gibi, bizden sonraki kuşakların da tüm çocukluğunu bir televizyon ekranının içine sığdıracaklardı. Kızgındık. Bizi yansıtmayan sahte görüntülerin arasında kaybolmak istemiyorduk. Ne sanal, ne gerçek, bize dayatılan mekanların içinde köleleşmek istemiyorduk!

Onca savaş ve once yıkımdan sonra, uzun zamandır hâlâ bir ‘modernleşme’ türküsü söylüyorlardı bize. ‘Gelişim’ diyorlardı, ‘ileriye doğru gitmek’, ‘herkes için’, ‘herkesin eşitliği’, ‘adalet’! Toplumun çıkarları uğruna bireylerin acı çektiği bir yerde, kim adaletten bahsedebilirdi ki bize? Sefalet içinde, beton ve çelik yığınlarına bata çıka yaşadığımız bu kentlerde, kim eşitlikten bahsedebilirdi? Onlar, kocaman kentlerin insanları; acılarının ötesinde varoluşumuzu yaşayabileceğimiz hiç bir şey bırakmamışlardı bize.  Üstelik onların haz ve acıları, bizim arzularımızla eşit değildi uzun zamandır. Biz, onların acılarının geçici uyuşturmasını istemiyorduk artık!

–       Yüzyıllar boyu küçük burjuvalarının acılarını sömürerek kurduğukları kentleri onların olsun!-

Görmüyor muydular, o göklere çıkardıkları üst-sınıf ‘kültür’leri parçalanıyordu. Alt kültürler, yani bizler, içinden çıktığımız, dışlandığımız, aşağlandığımız kültürü anıtsallaştıran mekanlarda hayat bulamıyorduk. Bir parçası olamadığımız sosyal yapının caddeleri, alış-veriş mekanları, fabrikaları bize yabancılaşıyordu. Tüm bu mekanlar kimler için yaratılmıştı, şimdi kime hizmet ediyordu? Evsiz barksız, dar gelirli, yerinden edilmiş insanların, bizlerin,  çöküntü mahalleleri onların pırıltılı kentlerinden ayrılıyordu.

Tüm o ışıltıların ve görkemlerin ardına gizlenmeye çalışılmış YIKINTI ve TERKEDİLMİŞLİK… O zamanlar bile, onların kentlerine baktığımda bunu görebiliyordum. Büyük işler ürettiğini sanan ve büyüzden yalnızlığa doğru itilen zavallı kamuoyu toplumunun kimsesiz mekanları. Biz, bu kentlerin çok uzağında kalanlar, onların sefil kentlerinin kalıntılarına acıyorduk artık. Onlar, koca kentlerin insanları, artık anlamalıydılar, bu modern kent krallığı içinde unuttukları vardı. Saltanatlarıyla hükmedemedikleri… Onların kurduğunu kentlerin dışında bir gölge büyüyordu uzun zamandır. İçinde onlardan hiç bir şey barındırmayan bir gölge. Ve şimdi o gölge vücut buluyordu. Artık bizden istenileni verip, bize verileni almıyorduk. Çarpışmalar başlıyordu…

Ve çarpışmalar başladı.

Tüm o monoton mekanlar yerle bir oluyordu birer birer. Uzun zamandır felaketlerin kıyısında yaşayan bizler için, yaşamsal bir enerji yayılıyordu bu parçalanışlardan. Kan’ın ve metal’in içinde gizlenmiş, bizim soluğumuz ve düşüncemizle büyüyen bir enerjiydı bu. Yeni bir yaşam’ı müjdeliyordu. Çarpışmalar başlamıştı. Artık geri dönüş yoktu.

Onlar,  kendi egolarıyla kurdukları bu sahte kentlerde kalıp, bu çarpışmalardan hiç yara almayacağını sananlar, davalarını kutsayan savaşlarla büyüyen kentlerinde, yalnızlık ayazında titriyorlardı şimdi. En mağrur yapıları, bizler gittikten sonra yabanıl otlarla çatlamaya başlıyordu. Yağmurlarla yıkılıyordu sokakları. Kendilerini sterile kentlerinde güvende ve kriz mekanlarından uzakta sanırken, bu enerjinin parlayan ışığına bakıp nasıl da korkuyorlardı şimdi!

Bu enerjiyle yıkanmak için, biz onlara  yeniden çocuk olmayı öneriyorduk. Böylece yeni bir kent kurabilirdik birlikte… Nefes alan bir kent…

–       Bedeninizin bittiği ve başladığı yer, bu kentin bittiği ve başladığı yerdir.-

Onlar gibi bizler de yükseklerden ve derinliklerden yüzyıllardır korkuyorduk. Eğer bir kez olsun kendi derinliğimize ulaşamazsak, hakikatlere dair bütün öğretilerimiz, alışkanlıklarımızın yansıması, sahte görüntüler olarak kalacaktı. Biz yeniden ‘mekan’ ve ‘biz’ arasında bir geçiş, hayatı ve ölümü paylaşan bir bütünlük olmasını istiyorduk.

Ve böylece onların kentlerine saldırdık.

Birlikteliğimizden tahminimiz ötesinde bir güç açığa çıkmıştı. Parçalanan beton, çelik, taş, tuğla, her şey, varlığımıza karışıyor, bir parçamız oluyor ve bizimle hareket etmeye başlıyordu. İşte biz böyle,  birliği parçalamayan parçaların biraraya gelmesiyle büyüyecek canlı bir kente dönüşmeyi düşlüyorduk. Mekansal ve sosyal bağlılık kurulduğu takdirde, bu kent kendi tohumudan yeşermeye başlayacaktı. İçten dışa doğru bir gelşimdi bu.

Ve çarpışmalarla açığa çıkan yaşam enerjisiyle tohum filizlendi.

-Bugün çarpışmaların üçüncü günü… Taş, toprak ve kan daha önce hiç görülmemiş biçimde bütünleşiyor. –

Bizler, yazgısını kendi avuçlarında tutan insanların, kendi yaşamlarını kuracakları bir kent öneriyorduk: insanların yanılsamaların değil, bir parçası oldukları hakikatin peşinden gittikleri. Her anında bir bütünlük olan… her anı bir bütün. Bu yeni mekan deneyimini herkesin tüm hücrelerinde duyumsadığı… Bu bütün uçsuz bucaksız olacaktı. Hep daha fazlasını keşfetmek isteyecektiniz, hep daha fazla uzağa yürümek. Böylece giderek hep daha çok parçası olacaktınız bu kentin. ‘Kent’ organizması içine kitleleri aldıkça büyüyecekti.

Ve tam da böyle oldu.

Çarpışmalardan filizlenen kent bizi içine aldı. İçimizdeki ve çevremizdeki doğayı, benliğimizde duyabilme yetisini yeninden kazandık bu kentin içinde. Biz, uzun zamandır uçurum kenarlarında yaşamak zorunda bırakılmış insanlar; bir çocuğun dünyaya gelişi gibi girdik bu kente. Verecek tek şeyimiz kendimizdi. Burada doğanın öngördüğünden başka yasa yoktu. Yalnızca bireysel tercihler vardı. Hayatta kalmayı ve paylaşmayı yücelten tercihler. Ağırladığı toplumun önüne kendini açıkça koyan bir yapıydı bu: Nefes alıp veren bir kent.

Bu kentin bir kişiliği vardı. Somut bir ruhu vardı. Vahşiydi. Kırılgandı. Devinimliydi. Duyuyordu. Görüyordu. Hissediyordu. Kokluyordu. Ve tadıyordu. O bir organizmaydı. Çarpışmaların açığa çıkardığı enerjiyle doğan ve içine insanı aldıkça, insan zekasının düşünce gücüyle daha da gelişmeye başlayan… Bir şarkı gibiydi. Müzik susarsa, kendini yitirirdi.

Çarpışmaların üzerinden yıllar geçti.

Şimdi artık, siz de içinde vücut bulmak için geliyorsunuz bu kente. Kendi bedeninize yabancı kalmayacaksınız duvarlarına dokunurken. Duvarlar sizi sevdiklerinizden ayıran, yaşantınızı parçalayan paravanlar olmayacak. Yeter! Nicedir tek işlevli mekanların tutsakları haline getirilmediniz mi? Dokunduğunuz duvar, üzerine bastığınız zemin kanla soluk almaya başlayınca, ‘yaşamak istiyorum’ cümlesini duyacaksınız, bu sizi ürpertecek. Girip çıktığınız her mekan sizin bir uzantınız olacak, uzandığınız her şey sizin bir parçanız. İstediğiniz zaman sizi içine alacak. Sahiplenmeyecek, sahiplenilmeyeceksiniz. İçinde yürüdüğünüz bu mekanlarda kendinizi yansıtabileceksin, bu mekanlar da sizde kendini seyredecek. Bu yapının kendi teninden başka hiç bir ‘değerli’ örtü gerekmeyecek sizi korumaya.

Korkmayın sakın. Kendi bedeninize, varoluşunuza ve zamanınıza sahip çıkıyorsunuz. Bedeniniz bu kentin içinde bitip yeniden başlıyor…

Yar.Doç.Dr.Ceren Boğaç: 19 Mart 1979 yılında Mağusa’da doğdu. 2000 yılında Doğu Akdeniz Üniversitesi (DAÜ), Mimarlık Bölümü’nden mezun oldu. Yine aynı yıl, aynı kurumda mimarlık dalının ‘Çevresel Psikoloji’ alanında master çalışmasına başladı. 2002 yılında tamamladığı master çalışmasının ardından, aynı alanda doktora yapmaya devam etti.  Doktora çalışması sırasında yarı-zamanlı öğretim elemanı olarak DAÜ Mimarlık Bölümü’nde görev yapmanın yanı sıra, 2008 yılından başlayarak iki yıl boyunca, dört farklı Avrupa ülkesi ve altı farklı şehirde gerçekleştirilen, Avrupa Birliği destekli ‘İnsan Hakları Projesi’nde proje koordinatörü olarak çalıştı. 2010 yılında ‘tasarım stüdyosunda kültürler arası diyalog ve aktif eğitim’ isimli araştırması için Prag’a gitti. Orda bir buçuk yıla yayılan araştırmasının yanı sıra, Prag Sanat Mimarlık Ve Tasarım Akademisi’nde misafir öğretim üyeliği yaptı. Araştırmasının ardından Doğu Akdeniz Üniversitesi Mimarlık bölümüne yardımcı doçent doktor olarak atandı. Bugün halen aynı kurumda öğretim üyeliğinin yanı sıra, üniversitenin Kentsel Araştırma Geliştirme Merkezi başkan yardımcılığı yapmaktadır. Akademik yayınlarının yanında, çeşitli dergi ve gazetlerde yayınlanmış ‘öykü’ ve ‘denemeleri’ bulunmaktadır.

2 Comments Add yours

  1. Please i would love to have the english translation of the summary. Thank you. Dr. Ceren

  2. cerenbogac says:

    Hello Babatunde, this was a manifesto related to my utopia city ideas. I will provide an english summary for your. thanks for your interest and hope that you are doing good. best-

Leave a comment