Melekler Mutsuz…

Melekler Mutsuz mudur ?

Öykü

Saatlerdir telefonun başında bekliyor kadın. Gözleriyle yalvarıyor sanki. Ben karşı evde oturup onu seyrediyorum. Saat bizim için çok geç değil. Beklediği telefonun geleceğinden ikmiz de eminniz. O telefona ve ben ona bakarken, ikimizin de yüzünde kendinden emin, ukala bir ifade var. Tüm şehir  çoktan uykuya dalmıştır. Ama o ve ben bekliyoruz…

Gözleriyle sadece telefona bakıyor  ya, ben yine de biliyorum, kadın çok dalgın. Dalgın olmadığı gün mü var sanki! Her gece ayni koltuğa oturuyor, belki de ayni şeyleri düşünerek. Sonra birileri ona çağırırmış gibi irkilip, koşup pencereden dışarıya bakıyor. Gözlerini saklıyor benden karanlık; ama ben biliyorum ağladığını. Ve söylememem gerekenleri durup tekrar ediyorum kendime. Sanki söyleyebildiğimi  herkese kanıtlamak istediğim zor bir tekerlemeymiş gibi. Sonra dönüp ona bakıyorum  yeniden ve birden fark ediyorum kadın da beni izliyor. Sonra kaçamak bakışlarla verilen zoraki bir merhaba. İşte orada duruyor. Ne olur sanki yanıma gelip benimle konuşsa. Gözlerine bakıyorum… Biliyorum tek bir işaretimle yanıma gelip konuşacak, oysa şimdi öylesine uzak ki. Yine de kadının sessizliği, daha doğrusu bekleyişi hoşuma gidiyor ve onun da etkilendiğini biliyorum.Telefonsa hala çalmıyor !..

Ona ne söyleyebilirim diye soruyorum kendi kendime! Ve neden o telefonu beklediğini. Ya da kimin aramasını bu kadar çok istediğini. Bakışlarından bu bekleyişten hoşnut olup olmadığı anlaşılmıyor. Yüzlerce senaryo yazıyorum kendi kafamdan ve bazen oturup saf saf  kadının bu rolleri oynamasını bekliyorum. Oysa çok uzaktan soğuk bakışlarıyla izliyor o beni. Ertesi gün asansörde karşılaşıyoruz. “Merhaba .” diyor isteksizce ve hiç beklenmedik bir anda  “..yazar mısın?” diye soruyor bana. Belki de bunu sesli söylemiyor ; ama şaşırtıyor beni. “Ne yazıyorsun?” diye devam ediyor cevap vermemi beklemeden. Seni demek geliyor içimden, bak işte bu öykünün içindesin, göremiyor musun? Bunları söylemiyorum tabii, insanlara ne olur sus, ben şimdi senin öykünü yazıyorum diyemiyorsunuz. Ve ben de söylemiyorum, susuyorum. Çok garip biri diye geçiriyor kadın içinden. Bunu duyabiliyorum…

Ve gece oluyor yeniden. İkimiz de bekliyoruz. Bir zamanların  dostlarımızdan aldığımız ödünç aşklarıyla geçen yıldızlı akşamlarının hayaletleri, eski anıların siyah beyaz resimlerinde hayat bulup, kavak yelleriyle geçen o zamanların en yakın takipçisi ve sırdaşı olan bir hatıra defterinin sayfaları arasından yere düşer ve beraberinde paylaşılmış onca güzel şeyi de götürerek, zamazsız esen bir bahar rüzgarının peşine takılıp gider…Ve işte bu hayaletlere el sallarken kadın -hani o hala gelmeyen telefonu beklerken – bu satırları yazan zavallı  yazar bundan habersizdir; çünkü o kadının gördüklerini göremediği için şaşkın şaşkın bakıp, daktilosunun başına geçerek bu hikayeyi yazar. Telefonsa hala ısrarla çalmamaktadır!

Hiç farkında olmadan balkona çıkıyor ve “…geceyi seviyorum…” diyorum kadına. Hayır bunu düşünüyorum. Yok  yok  söylüyorum gerçekten. Oysa ne zaman balkona çıktığımın ve bunu ona neden söylediğimin farkında değilim. Kapının çalındığını duyuyor ve yine düş gördüğümü sanıyorum. Oysa kapıyı açtığımda karşımda buluyorum onu. İçeriye giriyor… Bir avuç karanlık koyuyorum kadının önüne. Ressam olduğunu biliyor ve uçuk renklerle boyamasını istiyorum ondan karanlığı. Elinin tersiyle itip ona sunduğum hediyeyi, tüm ışıkları yakıyor bana inat. Aslında gerçekte kadının ressam olup olmadığını da bilmiyorum. Sadece umuyorum bunu. Ciddi ve düşünceli seyrediyor o beni. Mermerden bir heykel gibi anıtsal bir duruşu var karşımda. Aramızdaki mesafeyi korumaya özen gösteriyor  hep. Oysa hiç tanımadığı birinin evine gece geç bir saatte, beklediği önemli telefonunu da bırakarak gelmesi biraz tuhaf. Yaklaşıp elimi tutuyor, titriyor elleri. “Bana haksızlık  ediyorsun…” diyor. “Gerçekte uzak olan sensin. Ve her zaman sendin. Karşılık bekleyerek başlıyoruz her şeye. Hep böyle olmadı mı ? İstediğimizi alamadığımız zamansa, kırılıyor kalbimiz. İlk kez bu kadar gerçek anlatıyorsun beni. Daha önce hiç böyle olmamıştı. Yine de haksızlık ediyorsun bana. Bu bekleyiş çıldırtacak beni…” . Sonra gidiyor o, kapıyı kapatıp ardından. Dudaklarına sürdüğü pembe ruj lekesi duruyor bıraktığı şarap kadehinde. Kırmızı şarap içiyor kadın. Başka renk değil…

Bir  tuhaf oluyorum bu gidişle. Gözler  -aslında-  hiç bir yerde, aşk hiç bir yerde, eller hiç bir yerde diye yazıyorum beyaz bir sayfa üstüne. Ertesi gün  “Bir sızıntı olabilmeli kalbine…” diyor bana kadın. “En ıssız, en yalnız -unutulmuş-, en derin yerine…”. Bense bıraktığı şarap kadehindeyim hala. Günlerce kaldırmıyorum o kadehi yerinden. Albüm yapraklarından birinden aşkı kopartıp bana uzatıyor bir eliyle. Ve tutup hüznü uzatıyor diğeriyle. Kadının ellerinde gözyaşlarım. Duvarlara asılmış resimler ağlayınca, ben de ağlarım. Ve belki de unutup her şeyi, belli olmaz yeniden başlarım. Sonra gidiyor o. Her şeyi söyleyip gidiyor. Pencerenin karşısına geçip onu seyrediyorum yeniden. Telefon çalmıyor. Kadın bekliyor. Sahip olduğum her şey, onun evinden çıkan ışıkla aydınlanıyor. O tüm ışıkları yakmış. Oysa benim evim,yalnızlığa oldukça uygun, karanlık.

“İnsanlardan uzak duruşun bir tür başkaldırı mı yoksa?” diye soruyor kadın. “Bir tür utanç mı bu terkedilmişliğin sonrasında? Peki benim zorunlu olduğum bu bekleyiş niye? Oysa hala bir oyunmuş gibi görüyorsun yaşamı. Ve kendi yalnızlığına mahkum ediyorsun beni…” .  İşte o gece gitmeye karar veriyorum ben, son bulması için bu bekleyişin. “Yeniden ölebilir miyim?” diye soruyorum kadına. “Yeniden. Kimse bilmeden. Hatta ben bile.” (Şaşırıyor.). “Melekler mutsuz mudur?…” diye devam ediyorum sonra. “…çünkü her biri yeniden dünyaya dönüyor.” .(Ağlıyor.). Ve tek bir satır bile yazmıyorum artık. (Bekliyor.) .

“Öylesine yalnızız ki…” diyor kadın. “Buyüzden acı çekiyoruz. Ve işte tam da buyüzden aitiz birbirimize. Benim yalnızlığım sensin. Ve senin bekleyişin ben!”. Sessizlikte kuruyor  kadının gözyaşları. Oysa  hala avuçlarında tutuyor benim gözyaşlarımı. Görünmeden görüyor o beni. İkimiz de bir şeyin sonuna yaklaştığmızın farkındayız. Cennetten seyrederken insanları, yapayalnız, melekler mutsuz mudur diye hiç sormuyoruz, sonsuz bir bekleyişi göze alarak dünyaya dönen meleklerin hikayelerini hiç anlatmıyoruz  birbirimize. Hala o gelmeyen telefonu beklerken, her  şey yavaş yavaş son buluyor, duyuyoruz birlikte…

Bir zamanlar ortak  bir geçmişimiz olduğunu  ikimiz de biliyoruz artık.Ve ben de biliyorum artık bu bitmeyen bekleyişin sebebini. Ve o da biliyor artık , bu tuhaf  yalnızlığın sebebini. Her ölümümden  sonra mezarım başında ağlayan  güzel melek ! Her seferinden hiç bıkmadan çıktın karşıma. Çok şey mi alıp götürdüm senden , çünkü hala bekliyorsun. Senden bahseden onca hikaye yazmışken, hala tanışamamış olmamız ne kötü ! Geceleri pencerenden  içeriye bakıp sana el sallayan çocukluğumun hayaletleri, hala bekleyen kadın, hey,  her şey duruyor yerinde ! Bir  melek biliyor her şeyi . Bir o!  Ve silip gözyaşlarımı hala seyrederken onu, sonunda korkunç bir gürültüyle çalıyor kadının telefonu. Telefonun ahizesini usulca kaldırıyor  yerinden . Albüm yapraklarından birinden aşkı kopartıp bana uzatıyor  bir eliyle. Sonra hüznü uzatıyor diğeriyle. Ve ben de seni arıyorum güzel melek. Dinmek bilmeyen bir güz yağmuru duyulurken sessizliğinin sonrasında, her seferinde bildiğimizi sanırken, her seferinde öldüğümüzü sanırken, her seferinde kaybettiğimizi sanırken, bir sen hala duyuyorsun çocukluğmuzdan arta kalan buruk bir sevincin yalnızlığa akan , içli hıçkırıklarla dolu sesini. Bir sen bekliyorsun, başka kimse degil. Telefon ahizesini sımsıkı tutuyorsun ellerinde.

Oysa,

“Artık önemli değil.” diyor  bana kadın.  “Ama itiraf ediyorum şimdi ; hiç aramayacağını sanmıştım!”

Ceren Boğaç

Uluslararası Türk Dili ve Çeviri Dergisi, TURNALAR, Sayı:1, (ss. 74-75), 1997

This slideshow requires JavaScript.

Leave a Reply

Fill in your details below or click an icon to log in:

WordPress.com Logo

You are commenting using your WordPress.com account. Log Out /  Change )

Facebook photo

You are commenting using your Facebook account. Log Out /  Change )

Connecting to %s