Goc ve Tun…

Göç ve Tün (Gidemem)

Öykü

Gidemem. Belki bir çoğumuzun hayatını değiştirebilecek çok şey  yapabilirim ; ama gidemem. Sen git. Düşünme. Bir zaman sonra  her  şeyi  ve hatta bir gün kendini unutursun belki de. Öyle bir an gelir ki, öyle çok isteriz ve öyle çok bekleriz  , limandaki tüm gemiler  bizimdir,  gökyüzünü satın almışızdır belki ve gidip gitmemek de elimizdedir;  ama yide de ben gidemem. Sen… Düşünme. Git!

Bilirim, uzaklar çeker seni. Ve hep yeni bir  yer bulursun kendine. Düşlerim arar bulur seni ve bir söz  olur  gece gülüşünde. Kendi yarattığım dünyaya  seçtiğim tanrı, yine mi sensin hüznünü sonuna kadar tek başıma yaşadığım? Sahi hüznün sesini daha önce hiç duymamıştım. Bir tür cehennem konseri mi bu? Gözlerinden okunan yalan, sonsuzluktan akan bir damla su ! Bilirim, ne yaparsam yapayım, az sonra yine çıkıp gideceksin. Sen… Düşünme. Git!  Ama ben tek başıma yaşarım uyanık, zoruma gider,

gidemem.

Uzun zamandan beri  hep, bildiğimiz gibi olduğuna inandık her şeyin. Oysa bizim inandığımız gibi değilmiş tutkular, sevinçler, sönen küller, sevdalar mavi… Uçup gitmiş üzülen son bahar ve yağmurun ayak seslerini hatırlayan kimse kalmamış. Koşuyoruz  beraber benden sana, senden bana akan bir yaşamı, yetişmeye değil, her seferinde kaybetmeye doğru. Oysa  senin söylediklerin geliyor  sürekli aklıma. Hani yalnız benimleyken yalnızlığı -kendini- özlüyordun ya. “İkisi de ayni şeydir …” demiştin  “…bazen… Yalnızlık ve ben. Oysa  ikisini  de seninleyken özlüyorum, tuhaf…” Amaçsız bir koşuşturmayla yazıldığını düşünüyorum şimdi tüm hikayenin. O yağmurlu yaşamın yıkıntıları arasında arayıp bulduğum çocukluğun, kırmızı bir akşamdan arta kalanlarla büyüttüğün ilk aşkının hatırası, benimle olduğun  zaman kaybettiğin kendinden daha çok aitmiş gibi geliyor  bana. Tüm bu saçmalamalar, tüm bu gidişler, evet tüm bu anılar, senden çok bana aitmiş gibi…

– Ne değişebilir ki… –

İtiraf etmek zor da olsa, ben de senin gibiydim bir zamanlar, hep kalabalıkta gelir nedense aklıma anılar. Ne zaman düşünmeye başlasam herşeyi, ne zaman özlemediğime inandırsam kendimi, ne zaman inat edip dursam, gitmek istedim uzaklara… Yine de hiç cesur olamadım senin kadar… Söylesene , kaç yıkık kalbin arasından seçilmiş bir korkak şairin kendi mutsuzluk hastalığının tedavisi için mi yazıldı bunca şiir ? Temize çektiğim her şiirde , ya da aşkta  (ikisi de ayni şeydir aslında ), sadece senin kızaran yüzünü görmek için mi yoksa? Yaşlı fahişelerin ezbere bildiği hayat, yorgun sevdaları aşağılarken,  pembe bir zarfa koyup tüm incinmişliğini bana gönderdiğin zaman, denizler kirlenmişti ,  biz de kirlenmiştik çoktan !

Bu acemi aşkının duyamadığın çığlıklarla yırtılmış karanlığında, yıllar önce bir son bahar  geldi aklıma .Onlar,  kim bilir neler söyleyerek ardımdan, açık kalmış uykuda bir adamın gözlerindeki seni,  göremediler hiç bir zaman! Oysa ilk tanıştığımız renkti adamın gözlerindeki kahverengi . Ve adamın sana söylediği ilk şey  “…gitme zamanı geldiğinde, git…” miydi ?  Şimdi uzaktaysam senden, bilmeden susuyorsam birden, üstelikte yalnızsam dağınık bahar renklerini toplarken, özlüyor muyum seni? Bilmiyorum…

Senin  göstermelik mutluluğunda,  yalnız kalabalığında, geçici inançlarınla nereye kadar sürerdi ki bu sevda? Şimdi uzakta olsan da, ne bulabilirsin ki sessizlikten başka? Ama  ben senin karşında bir kadeh  şarap içip, ölebilirdim. Ve bir mısra olurdum gözlerinin renginde, sözü olmayan, adı yitik! Oysa o kadar az şey söylendi ki bizden sonra, insan bu gişilereden sonra ölür misali, kaybetmeden bilemedik ….Ve hep durmadan kaçan sen değil, uzaklarken, her limanda bir gemi bekledi, biz binmedik. Bir duruş, bir bakış, bir an ve sonra söz, ben sana baktım, sen bana, sustuk, hiç bir şey söylemedik…

– Bilmiyorum. –

İnat edip gitmemek için, beklediğin onca zamanın rengi var mıydı lacivertten başka? Gözlerimden okunan yalan; “…inanmaz  artık aşka…”. Bilirim nereye gidersen git, olamazsın benden uzakta… Bunca zaman ertelesen de tüm seferleri  ve aldatılmış onca söz gibi bırakmak istesen de bir yerlerde geçmişini,  başan sona  çalınıp söylenmemiş bir şakı gibidir yaşam. Neden hep yalnızlığıma sığınıyorsun? Sen olsan da olmasan da güneş batar ve olur akşam… Neden hep korkularıma sığınıyorsun? Sen olsan da olmasan da  aşktan şiire sarkan bir yalandır kavgam. Şimdi sevişlerim öyle ıssız ki. Sevinçlerim öyle küskün ki. Çivisi çıkmış dünyanın bizlere benzeyen yeni başlangıçlarıyla, kime karşı savaşıyoruz, bir düşün bakalım! Kim bu, hiç bir şey söylemeden bize bunca şeyi zorla yaptıran, ne olur düşün…Unut gitsin…Unut gitsin…Sen…düşünme…g…i…t…

Tamam, tamam, bundan sonra hiç ayakbasılmamış adalara uçuracağım kuşlarımı. Dokunulmamış gülüşlerle, ayarı bozuk bir saat gibi çekmecelerde saklı tutacağım bakışlarını. Kimi gözlediğini bilmeden hep dışarıya bakanlar gibiyse kader, nasıl inanabilirim ki artık sana? Hep yokluğunla idare ederken, kendim geri döner mi bana? Derinleşen acıtmalarla yürüdükleri yollardan dönüp, bakarlar mı hiç geriye? Aşk nedir anlatır mısın diye, sorar mı bir tanesi? Ben de bilmiyorum…Bilmiyorum!

Gidişinden sonra yarım kalan tüm soruların cevaplarını arayıp bulmaktan çoktan vazgeçtim. Yine de şu an yanımda olsan, sana sormak isterdim: Her sabah neyle uyanıyor insanlar, böyle küskün? Alışkanlıklarımızdan arta kalanlarsa sevinçler, inandığımız her şey bir düşmüş. Daha önce hiç duyumsamadığım öyle garip bir  ahmak ıslatan ki bu , bildiği tek mevsim hüzün.

-Berk bakışlarının kurşuni sislerinin ardından akıyorsa sin, gençliğmizi ıslatan yağmurların dindiğini bilemezsin! Yeis denizlerinde acımalar… Yeis denizlerinde acıtmalar…Bir mavi tül ağırlığında buğulanan akşamların sarhoş karanlığında, duvarlara asılmış verdiğin tüm sözler. Varsın sabah olmasın, kim güneşi özler?-

Unut gitsin…Unut gitsin…Sen…düşünme…g…i…t… Ama ben tek başıma yaşarım uyanık, zoruma gider, gidemem.

Gidemem. Seni kendimden kıskandığım o yabancı gözlerde kaybolup, çok uzaklara gidemem. Aynanın karşısına oturup ağlayan gölgelerin kavgasında, unutarak ve utanarak, çekip gidemem… Hiç yaşanılmamış sayıp onca günahı ya da hiç öğrenilmemiş sayıp tüm korkuları , saklanarak ve geriye kalanları saklamaya çalışarak, olmaz, olmaz, ben gidemem! Henüz kaç bahar geçirdiğmizi bilmeden ve  gelecek son baharı bile beklemeden, bir hırsız gibi kendi sokaklarımda, karanlıkta koşarak ve bir kez olsun dönüp arkama bakmadan, ben…Gidemem!

– Oysa her şey ne kadar da kolay olurdu… –

Biliyorum, hala ne kadar acı verdiğini o sözlerin. Sana şimdi unut gitsin demeyeceğim. Bir şeyler biter ve sonra bir şeyler daha ve bir şeyler daha, biter… Biter… Hiç durmadan. Nasıl bir bitiştir ki bu, hiç durmaz. Ya da nasıl bir gidiştir ki bu, son bulmaz. Kaç kez geri döndüğünü hiç saymadım. İçinde sönen kim bilir kaçıncı fırtınanın başlangıcında, binlerce yıl sonra, yenilenmiş hayatlarla, kaçıncı kez uzak ve parça parça  olduğmuzu ya da kaçıncı kez uçurum kenarlarında yağan her yağmurla yeniden doğduğmuzu, hiç saymadım! Yine de sen tüm bunları yaşanmışlığa say. Ve git. – Düşünme… -. Git.

Rüzgarın oynuyla kıyılarma vuran gemilere binip, git…

Satın aldığımız gökyüzünde, ışıklı şehirlerin uçaklarına binip,  git…

Yeni başlangıçların sahte umutlarına sarılıp, git…

-Hiç düşünmeden.-

 

Ama ben tek başıma yaşarım

Uyanık

Zoruma gider

Gidemem…

Ceren Boğaç

Uluslararası Türk Dili ve Çeviri Dergisi, TURNALAR, Sayı: 4, (ss. 47-48), 2001

This slideshow requires JavaScript.

Leave a comment