
Derler ki felaket gecesi geldiğinde ve megalitik tapınağın tepesindeki güneş batıp da Mu -bir damlanın kara dönüştüğü zamanda- Poseidon’un krallığına gömüldüğünde, büyük dalgaların farklı kıtalara sürüklediği kavimlerden üç bilge, iki asırlık uykuya dalmış. Bu üç bilge, birbirlerinden fersah fersah uzakta fakat aynı rüyada, tıpkı Michelangelo’nun taşın içindeki heykeli çekip alması gibi, arzın kalbindeki şehri ince kesiklerle ortaya nasıl çıkaracaklarını görmüş. Ve böylece uyandıklarında, ışığın sağ elinin gösterdiği yolu takip ederek, yeryüzünün çekirdeğine üç tünel kazıp dar dehlizler ve dik basamaklardan geçerek, tek parça yuvarlak taşlardan oluşan sürme kapılardan girilen bir şehir kazımış: Agharta.
Yıllardır buradayım fakat hâlâ kentin gösterişli mimari dokusunun karşısında adeta çılgına dönen turist kafilelerinin gürültüsüne bir türlü alışamadım. Bazen keşke kent merkezine taşınmak yerine banliyölerden birinde kadife devrim öncesi sosyalist gerçekçilikle inşa edilen -Jalta Butik otel gibi- hem kibar hem de klasik Batı ihtişamını yeniden alevlendirmeyi amaçlayan, post-modernin habercisi bir binada yaşasaydım, diyorum. Böylece süse eğilimli fakat özünü gerçekçi paradigmalardan almaya çalışan, romantik bir devrimci ütopyasının içinde olduğumu düşleyebilirdim. Ve her sabah bu düşle uyanır, Klementinum Kütüphanesi’nin heybetli girift tavanının altındaki barok salonda saatlerce oturur, Jorge Luis Borges’in ‘Gizli Mucize’sinde bu yerle ilk tanışmanın anısını yad eder ve ben de yarım bıraktığım her şey için biraz daha zaman dilerdim.
Gizli Mucize… Kaç yıl geçti sahi üzerinden? “Ben Borges okumadım” demiştin, ‘Ficciones Hayaller ve Hikâyeler’ kitabımı yeni taşındığımız evin iki gözlü kütüphanesine özenle yerleştirirken. Edalı son bahar rüzgârının, sarının onlarca tonuna öpücük kondurarak sokaklarda salındığı ve kızıl güneşin Vltava nehri üzerinden daha hızlı battığı zamanlardı. Burada her şey eski ama biz yeniydik. Kitabı açıp Gizli Mucize öyküsünü sana uzatarak “Bence başlamak için bundan daha iyi bir zaman olamaz” demiştim, hazan serinliği yüksek tavanlı odayı iyice soğutmaya başladığında ısınmak için bir yandan da kaloriferleri açmaya çalışırken. Bu geceden altmış kusur yıl önce, bizden birkaç sokak ötede Hladik, Yahudi kanı taşıdığı ve yanlı yazılar kaleme aldığı için Gestapo tarafından vurularak idama mahkûm edilmişti. Sabahın dokuzunda geçekleşecek ölümünün şafağına doğru uykuya daldığında, rüyasında Klementinum’un dört yüz bin ciltlik kitap sayfalarının birindeki tek bir harfi -Tanrı’yı- ararken kör olan kütüphaneciyle karşılaşmış ve ona yarım kalan oyununu bitirmek için bir yıl daha yaşamayı dileyeceği ‘her şeye kâdir olanı’ nerde bulabileceğini sormuştu. Düşen yaprakları yüzünden ağaçların nefeslerini koku senfonisi eşliğinde yüzümüze üflediği taze hava, o gece bizi tir tir titretmişti. Ne yaptıysam kalorifer çalışmamış, zor bulduğumuz yasemin çayı ve nereye gidersek gidelim yanında taşıdığın ekose desenli küçük pamuklu battaniyenin altında ısınmaya çalışırken bir damlanın cama vurup da yere düştüğü zamanda, Borges’in iğneyle kuyu kazar gibi ortaya çıkardığı öykünün içindeki labirentte ikimiz de kaybolmuştuk.
Astronomik saat kulesi dokuz kez çaldı. Sonbaharın ilk yağmuru meydanı ıslattı. Bana yedi asır gibi gelen bir zaman diliminde topu topu iki bin adım yürüdüm. Şehrin değişmeyen sureti köksüzlük hissini buralı olmayan herkesin yüreğine yumruk gibi çakarken ben ruhumu uzun zaman önce buraya bağlamış olmanın mağrurluğuyla kalabalığın arasından geçip gittim. Sokakların yüzlerce yıllık savaş, demir perde, kadife devrim hatıralarıyla örülü buğusunun, geçip giden herkesi varoluşun ve ait olmanın dehlizlerinde gidiş gelişlere sürüklediğine ilk tanıklık edişim değildi bu. Eva Svankmajerova’nın grotesk tarzda parçalanmış uzuvlar, sarkan diller ve komünizmden kapitalizme gerçeküstücülüğün düşlemlerini ve acı veren bir rejimde kadın olmanın panoramasını resmettiği eserlerinden, insanın böceğe, böceğin de insana dönüşümüne kadar onca yaratının gerçek mekânlarından öylesine geçip gitmek ya sağlam bir sarhoşluk ya da tıkanık bir umursamazlıkla yaşamayı seçmeyi gerektirirdi. Mekân-zaman-varoluş muskası, uğultulu kafilelerin önce hayran kaldıkları sonra hüzne salındıkları bu suret karşısında boyunlarına dolandıkça dolandı. Kömür şeker ekmek tadıyla bastırmaya çalıştıkları bu anın içinden süzülüp kendimi, sade bir kemerin arasına zarafetle konduruluşmuş ahşap kapıdan geçip her seferinde beni şaşırtmayı başaran, parke taşlarıyla döşeli o geniş antrenin içinde yeniden buldum. Dışardan gösterişli, içeride ise terkedilmiş bir depoyu andıran bu girişin sonuna sıkıştırılmış dar basamaklardan, sokak seviyesinin çok altında, melodilerin taşların içine örüldüğü yüzlerce yıllık mahzene indim: Agharta’ya.
Derler ki Mu’da batan güneş yer kürenin yedi çakrasından geçip oyuk şehrin üzerinde hiç kaybolmayacak şekilde tekrardan doğduğunda, beyaz okült bilgeleri ateş, su, hava ve toprağın kozmik gücünü Agharta’nın üç taş kapısının eşiğine işlemiş. Böylelikle svastika[1] yolunu takip ederek ışığa erişenler, bu kapılardan geçebilecek ve akanthus[2] yapraklı korinth başlıkların yekpare sütunlar üzerinde yükselerek kemer ve arşitravlarla taşıdığı o muazzam tavanlı kabul salonunda hakikatle karşılanabilecekmiş. Mu’nun yeryüzünde kayıp çocukları o gün geldiğinde ruhlarının öteki yarısı ile tam olabilecekmiş.
Basamaklardan iner inmez taş duvarların içine gömülmüş kerestelerin üzerinde üstten ışıklandırılmış alacalı içki şişeleri, kusursuz bir akustik ve her zamanki o loş ambiyans beni karşıladı. Üzerinde dört mevsim hiç çıkarmadığı askılı beyaz bluzlarından biri, kısa sarı saçları ve ağırbaşlı tavrıyla Aneta, kesintisiz anlaşabildiğimiz tek lisan olan İngilizceyle “Bu akşam erken gelmen çok iyi oldu. Adam Ben Ezra için herkes delirmiş durumda” dedi. Anason tadını oldum olası hiç sevmesem de siyah ojeli parmaklarıyla bana nezaketle uzattığı tek içimlik Becherovka’yı nefes dahi almadan yuttum. “Böylesi bir kontrbas virtüözünün bir anda çok enstrümanlı bir orkestraya dönüştüğü organik performansını dinlemek her gün yaşanabilecek bir deneyim değil Aneta. Yine de söylesene bana, ananevi patronlarınızı bir internet fenomenini konuk etmeye nasıl ikna ettiniz?” diye takıldım ona. O ise omuzlarını kaldırıp yüzündeki ifadede hiçbir değişiklik olmadan “Söz konusu müzik olduğunda mimarideki kadar tutucu değilizdir belki de” dedi. Karşılıklı gülüştük.
Aneta yirmili yaşların ortalarında, teknik lisede raylı sistemler mekatronik eğitimi almış fakat Devlet Demiryollarına kabul edilmeyince, kendini Agharta’nın ensiz barının ardında bulmuş ve kısa zamanda rayihası kaybolmayacak nefis tat tasarımları yapan bir miksolojiste dönüşmüş vakur bir kadındı. Üç yıldır haftanın birkaç günü gelip de seni beklediğim bu kulüpte sohbetlerimizin süresi çoğunlukla bir enstrümanın başlattığı notanın yumuşadığı, arttığı ve armoninin içinde son vuruşuna eriştiği doğaçlama icrasını geçmezdi. O, Agharta’yı yalnızca Miles Davis’in kasvetli ve ağrılı yalnızlığını trompetiyle caz-rock kaydının içine sığdırdığı çift plaktan ve ölümünün ertesi günü açılan bu kulüpten biliyordu. Seninle hiç tanışmamıştı. Benim de buraya neden hep münferit geldiğimi sormamıştı.
Agharta her şeyin başladığı yerdi. Yeryüzü döngüsü tamamlandığında her şey orada tekrardan yaratılacaktı. Evimizin giriş nişindeki melek dökümlü beyaz mumun önüne bıraktığın ve ardından ortadan kaybolduğun notta “O gün geldiğinde, seni Agharta’da yeniden bulacağım” diye yazmanın başka ne anlamı olabilirdi ki? Sabaha kadar Borges okuduğumuz o kırlangıç dönümünden sonra, kraliyet yolunun başlangıcı Barut Kulesi’nin tam karşısındaki Jakubská Apartmanı’nda birlikte geçirdiğimiz altı yıl boyunca o küçük nişin içine Bohemya kristalinden onlarca hayvan figürü, üç manzara resmi, iki katlanabilir şemsiye, bir mum ve yedi sözcük sığdırmayı başarmıştın. Mütevazi cephesine karşın etrafı karyalitlerle[3]çevrili gösterişli içavlusu ve merkezindeki ördek başlı bronz çeşmesiyle anılarımızın peyzajını oluşturan bu binadaki komün hayatı için tasarlanmış geniş bloklarından dönüştürülen o minör konutun içinde birlikte yaşlanmayı düşlemiştim.
Derler ki Mu, ateş uçurumundan suya düşmeden tüm sırları incir ağacının iç kabuklarından yapılma kodekslere aktarıldı ve böylece dil ölürken hikmeti giz sembollerine saklandı. Okült bilgeleri cennetin ilk basamağı Agharta’da doğan çocuklara el verdi ve böylece onlar doğanın melodik sesleriyle konuşmayı öğrendi: ortasında güneş duran bir halkanın içine yerleşmiş, biri yukarı diğeri aşağıya bakan ve içiçe geçen iki üçgen ve halkanın dışındaki on iki yaprağın alta uzanan iki adetinden katmanlı sekiz parça şeritle biçimlenen kozmogonik diyagramı kendilerine kılavuz eyledi.
Aneta hazırlamaya başladığı kokteyllerle uğraşırken üçten fazlasının bu dar alana sığmadığı bar taburelerinden birine oturup her zamanki alışkanlıkla eksiz defterimi siyah sırt çantamdan çıkarttım. Basamaklardan indiğinizde sizi karşılayan bu basık çatılı giriş ile yüksek tonoz tavanlı dinleti alanını, farklı zamanlarda inşa edilmiş ve sonuncusu kapı boyutuna küçülmüş üç kemer ayırıyordu. Adam’ın sahne almasına bir saat daha vardı. Sahnenin sol köşesinde şimdi ışıklandırma için kullanılan eski hava kanalının tam altındaki masam ayrıldığı için bir kadeh Pinot Noir isteyip eskiz defterimin boş sayfalarından birine tarih atarak pikin ayaklara dönüştüğü ve akort mekanizmasının metal kulaklarından uzayan elleriyle kendi kendini çalan karakalem bir kontrbas resmi karalamaya başladım.
Bundan dokuz yıl önce bu kulübe ilk gelişimde benzer bir defteri farkında olmadan caz kayıtlarının satıldığı barın hemen ardındaki ufak dükkânda unutmuştum. Her şey bu unutuşla başlamıştı işte. Üç gün sonra Akademi’nin Jan Palach Meydanı’na bakan cephesinin ikinci katındaki ofisime taşınırken, elektronik posta kutuma düşen mesajda;
“Merhaba,
Size Agharta Caz Kulübü’nde bulduğum ve ilk sayfasında iletişim bilgilerinizin yer aldığı defterlerle ilgili yazıyorum. Defterinizi yanlışlıkla unutmuş olduğunuzu ve geri almak isteyebileceğinizi düşündüm. Onu bu akşam saat dokuzda Agharta’nın barına bırakacağım. Eflatun’un Kayıp Adası diye başlık attığınız çizimleriniz çok ilginç.
Bir gün, izini sürdüğünüz o kayıp diyarı bulmanız ümidiyle…” diye yazmıştın.
Ağaçların mevsim hafızasının çiçeklenmeyi hatırladığı o ilkyaz günü, sabahtan beri arayıp da bir türlü bulamadığım eskiz defterimin akıbeti belli olmuştu böylelikle. Akşamüzeri okuldan çıkıp köprüyü geçerek ‘Nehrin Küçük Kenarı[4]’ diye anılan bölgede o zamanlar kaldığım misafirhaneye yürürken Atlantis’in en yüksek dağı olduğu iddia edilen yeşil adadan gelme bir Akdenizli olarak deniz kokusunu ne kadar özlediğimi düşünmüştüm. O akşam Agharta’da sende bulduğum kokuyu.
Dinleti alanının merkezinden yankılanan kontrbasın pes sesi birkaç saniyede eksiksiz bir kompozisyon yelpazesiyle açılış yaptığında, bardan kalkıp masama geçtim. Adam, gerçekten de kendinden başka bir orkestraya ihtiyaç duymaksızın, perde değiştirici ve harmonizörle yarattığı değişik kromatik gam ve döngüler içinde imza enstrümanı kontrbas ile çok katmanlı canlı melodiler yaratıyordu. Müzik hızlandıkça yavaşlayan lahzanın içinde büyüyen tüm bu tınılar, burada ilk tanışmamızı, bir mevsim sonra aynı eve taşınmamızı, deniz kavimlerinin kayıp şehirleri üzerine karaladığım yüzlerce eskizi, şehrin efsunlu platosunun her köşesine örülmüş hatıraları hafıza odalarımdan çekip Agharta’nın taş duvarlarına savuruyordu sanki.
Derler ki insan/oğlu ölümü tek bir atomun içine sığdırıp yaşamı yok edecek o silahı ateşlediğinde, felaketin dalga sesi Agharta’nın gizli tünellerinde yankılandı ve böylece yeryüzünün derisi bir kat daha inceldi. Karanlığın ızdırabını ateşten doğma beyaz dumanın yıkımından bilen Mu’nun saklı kavmi, kayıp çocuklarını ‘oğulların’ kıyametinden kurtarmak için bilgelerini -yeni güneşin oyuk dünyaya doğumundan tam on dört bin yıl sonra- yeryüzüne gönderdi.
Müzik sustuğunda Aneta şaşkın bir ifadeyle şarap ve tanıdık el yazısıyla yazılmış notu masama bıraktı. Saat gece yarısını geçmişti. Tüm moleküllerim planck zamanında yerin altından göğe yükselmiş ve ardından ani bir geri çekilmeyle beni tekrardan oluşturmuş gibiydi. “O gün geldi, yeryüzüne son bir kadeh kaldır ve benimle evde buluş” yazan notu Adam’ın sahneden inmesiyle dinginleşen kulübün loşluğunda okuyup kendi teruarı[5] dışında yetişmeyen kara üzüm aromasını damak hafızama yerleştirmek için Pinot Noir’dan bir yudum aldım. Son içkilerini almak için barın etrafını çevreleyenleri kibarca aralayarak Aneta’ya “hoşça kal” diyebildim. Kaygılı gözlerle başını sallayarak karşılık verdi. Agharta’nın basamaklarından yukarıya doğru çıkarken, yarım bıraktığım her şey için biraz daha zaman diledim.
Jan Hus ebedî bronz bakışlarıyla meydandaki Tyn’den Önceki Meryem Ana Kilisesini seyrederken, anıtın sağ arka köşesine sıkışmış savaşçısı sol eliyle evin yolunu belki de son kez işaret etti. Ruhlarımızı birbirine bağlayan sicim sana yaklaştıkça gerilirken attığım her adımda bir yıldız kararıp taş sokaklara döküldü; kum duvarı yavaşça göğe yükseldi. Biz birbirinin aksi iki dünyada doğmuş, kayıp şehirleri ararken birbirimizi bulmuş ve yeryüzünde bağışlanan güzelliklerin üç tünelden oyuk dünyaya akacağı güne kadar yapmamız gerekenleri tamamlamak üzere ayrılmıştık. Ayrı kaldığımız yıllar boyunca insan/oğlunun içindeki ateş yeryüzüne aydınlığını verip önce nur, sonra öfkesini felakete dönüştürüp nâr olmuştu. Hladik için bir yıla uzayan o saniye, bizim için göreceli zamanda su gibi akmış; çok şey değişmiş, çoğu şey de yarım kalmıştı. Aynı kalan tek şey adının anlamı ‘kapı eşiği’ olan bu şehirdi.
Jakubská Apartmanı’nın daralan avlusundan geçip beyaz renkli çelik kapıyı açar açmaz eve dönüşünün kokusu içimi doldurdu. O akşam son kez bu eşikten geçerken, insan giderken yanında sevdiğinden başka ne götürmek ister ki diye düşündüm.
Ceren Boğaç
[1] Gamalı haç.
[2] Kenger veya Ayı Pençesi olarak bilinen bitki.
[3] Sütun olarak hizmet veren heykel kadın figürü.
[4] Prag’daki (Çek Cumhuriyeti) Malá Strana bölgesi.
[5] Şarap bağının toprak yapısı, iklimsel ve kültürel özelliklerini kapsayan Fransızca ‘terroir’ sözcüğünün Türkçe telaffuzu.
*** Bu “öykü” Mimarca Mekan Anlatım yarışması 2020 öykü kitapçığında yayınlanmıştır.