Yedi…

YEDİ ASIR

Birinci asır: Alfabesiz bir geceydi…

Tek bir damlası olan bulut, tek damlalık yağmuru taşıyordu yüreğime. O büyük sevgini bozdurup, binlerce pişmanlıkla ödediğim aşkının iflasından sonra, içimde kalan tek bir ‘tohum’, meğer her şeye yeniden başlayabilmek için bu yağmuru bekliyormuş. Ada rüzgarı sürtünerek geçti hayata, gök gürledi ve o tek damla öylece düştü içime. Binlerce aşkı bende deneyen hayat, bir çizik daha atıp kalbime, kanımı akıttı o gece. Ve tohum, kan ve suyu içti böylelikle. Kaynağı belirsiz acılarla sulandı her gün, kaynağı belirsiz mevsimlere çiçek  açmak için yeşerdi. 

Hayata asılmış ıslak bir çamaşır gibiydi bedenim; içimde büyüyen bir şey vardı-

Bir kadının içinde hapsolmuş küçük bir kız çocuğu hayaleti gibiydi her şey/her ben. Sert değil, sensiz kışlar acıtıyordu tenimi. Takvimlerden her gün yeni bir yaprağını daha koparıyordum deli ayrılığın. Sensizlik harcı yalnız zamanlar… hep yağmur yağıyordu durmadan. Yağmura dağılıyordu yüzüm; yağmur yüzümde dağılıyordu sonra.Ve sen, içimin bütün savaşlarında yüreğimi rehin alan… İşte her şey yitip gidiyordu aramızda. Az kullanılmış bir kalp var mıydı aşka satılacak? Olsaydı, onu da mı yatıracaktın kumar masasına?

Dibi senin aşkında gizlenen, kırılgan bir buz dağı gibiydim hep ben. Kendime öğretmem gereken ne çok şey vardı ve kendimden öğrenmem gereken ne çok şey… Tek senin dışında; ama nerede durursam durayım, hep bir şeylerin içinde kalıyordum- yapayalnız. Ölüm harcı sessiz zamanlar… Sanki asırlar sürecek bir savaşta karşı karşıya kalmıştık seninle. Yenilginin yedi iklimine kurulup, yedi kez bozguna uğratılmış bir kalıntıydı bizden kalanlar. Büyüyüp artık dışıma taşan filizin çiğlerindeyse hep son bahar…

Mevsimler geçiyordu işte böyle. Küçük filizin gövdesi kalınlaşıp, yaprakları şekillenince, hırçın bir Cümbez’di artık boyveren içimde. Ah kutsal katedrallerin ağacı… Çıkıp çıkıp mutsuzlukların içinde, gidiyordum geceyle birlikte kendi kıyılarıma… ve her gidişimde, ağacımın sarı yapraklarını döküyordum sana. İnce kalp; ince sızı… Kırıla kırıla, ruhumun atışını nabzımdan ölçmem imkansızdı artık. Ayak ucunda esen rüzgar, dallarında üşümüştü Cümbez ağacının. Anlamı yok gibiydi acılarımızın… Anlamı yok gibiydi anlamaya çalıştıklarımızın…

Yedeksiz bir sevinçtin sen; patladın ve söndün içimde…

Oysa bir devir bin kez nasıl da gözgöze gelirdik bu hayatın içinde seninle… ve sen bin kez suskun dururdun karşımda… ve biz, bin kez yeniden ayrılırdık seninle… İnce kalp; ince sızı… sığmazdı bir ömre! Nefesim sıkıştığında seni sevmekten, ömrünü okurdum kalp atışlarımdan. Ayrı olsak da, bilirdim kalbinin nerede durduğunu… ve bilirdin sen de, her şeyimin tek seni sevmek olduğunu. Aynı odadaydık, ayrı ayrı. Sen bir ucundan, ben başka ucundan uzanırdık geceye. Sen bir yanağından, ben diğerinden öperdik Ay’ı. Sen kendinden, bense senden bilirdim bu hayatı. Şimdi artık her şeyi büyümenin acısından biliyorum. Kalınlaşan dallarımdan; sensizliği döküyorum…

Çığlıklar, çığlıklar… çıkın içimden! Sessiz kalamam daha fazla! / Sensiz kalamam daha fazla!

Aramızda tüm zamanların iklim uyuşmazlıkları vardı seninle. Her şey inanmaktı; bir gün bunu anladım. Oysa seni yaşamak için, hiç bir şeye inanmamak lazımdı. İçimde büyüyen Cümbez, kendime gömüyordu artık beni. İçimdeki tüm dağılışların ev sahibiydin sen. Ne kadar kalabalık tutarsak kendimizi, o kadar çok anlıyorduk içimizdeki kederi. Ne kadar uzak dursan da, dudaklarına  benden önce değen denizin tuzu yakıyordu içini. Yüreğinde her yıldız kayışında -yeni bir dilekle-, bilmediğin bir yaşama başlamaya çalışıyordun… Güzelliğini sonuna kadar yaktığın her şeyin, seni senden kurtarmasını bekliyordun…. Oysa, yüreğimde sınanan ayrılıktı bitirecek olan her şeyi!

Bir gün, bunun için çağırdım seni. Yaşam’ın hiç bir şeyi bağışlamadığı yerde durup çırılçıplakken seyrettim ruhunu. Sense karşımdaki koltuğa oturup, puslu sözlerle avutmaya çalıştın beni. Ve sözlerini bitirip gitmek için o koltuktan kalktığına, hayat gürültüyle üzerime devrildi! Ayaklarımı sürüye sürüye, zor geçitim bir mevsimden diğerine. Her  kış girişinde, kalbim buruştu sensizlikten. Ahh tendeki pas tadı… Aşkın; kanımın bedeli! Bak işte; yine iki hece dar geliyor kalbime… – Git—me…

– Gitmemeliydin!- 

Gittin. Kalakaldım olduğum yerde. Oda boşaldı, hayat devrildi ve içimde büyüyen ağacın kökleriyle bir anda toprağa bağlandığımda, kıpırdayamaz oldu bedenim.  Gözlerden gizeleyemediğimiz bir yokoluşun, ömrüme yazılmış kehanetiydin sen. Ayrılırken elime değen elin, iki kat arttırmıştı hüznümü. Her yara görünür bir yerinde değildir insanın. Acı(m) kendi derininde büyüyordu. Son bahar yaprağım da düşerken avuçlarına, ruhum bedenimden çıkıp gidiyordu… Hem artık ne farkeder; şu andan sonra ruhuma gerek yok. Artık kalbime bile güvenemiyordum.

İşte böyle günlerden birinde, bulunduğum topraktan alıp, büyük bir katedralin önüne ektiler beni törenle. Yüzlerce insanın geçtiği meydanda büyüdüm, büyüdüm ve yayıldım toprağın derinliklerine. Tek bir hatıra kalsın istemiştim senden; içimden ilk giden o oldu. Daha çok mevsim geçti ve her biri benim üzerimden… Sensiz günlere dokunuyordum ve her dokunuşta teninden sızan acının kireçli kritstalleri… bizi içen vedanın metalik soğukluğu; canımı yakıyordu. Kalbin; sonsuz kere kırılan kalbimin parçalarının birleşmesiydi. Ruhun; binlerce kez ateşlere attığın ruhumun alev alev yanışıydı. Dudakların değil, kalbin kekemeydi senin. Belki bir gün ellerim aklına gelseydi… ve sonra gözlerim… bir çırpıda kim olduğumu söyleyebilseydi yüreğin; bir yaşam teninde başlayacaktı ve başlayacaktı tuzunda deniz…

Asılar geçti- tüm o delice sevişlerin altında dinlendim. Dingin bir bilgeliğe bırakmamı söylüyordu rüzgar bana kendimi- Aşkın olmadığı bilgelikten medet umulurmuş gibi… Köklerimi kopartıp topraktan, sana gelmeliydim! Aramızdaki uçurumlara köprüler kurduracak tek şey rüyalardı. Rüyalar gözlerinde dursun diye, kirpiklerini öpmeliydim!

Olmuyordu. Toprak bırakmıyordu beni. Asırlık bir duruşun zerafetine hapsolmuştu bedenim. Dallarıma tek bir kuş konmasa, varoluşumun hiç bir anlamı da kalmayacakmış gibiydi. Söylenmemiş sözler, çok uzak ve bilmediğimiz mevsimlere açılan… kaç kapı? Kaç unutulmuş yaşam? Bazen bir söz olup, kimsenin duymadığı hıçkırıklara akan ne çok yara… Yaşamın iplerini bir anda çözen yalnızlığın… veya kopartan bir iç çekişin, kalbi değil, aşkı paraparça eden feryadı; tüm zamanlarda büyür- büyürdü bulduğu tüm boşluklarda…

Gel- al beni. Kes, kopart köklerimden. İçimde büyüyen hiç bir şey kalmadı, bir sabah uyandığımda, ben artık insanlığını unutmuş bir Cümbez ağacıydım… Bu acemi yenilişi biliyordum ben. Tüm bir yaşamın böylesine yere düşüşünü… parçalanışını… akıp gidişini üzerimden! Bak- gözlerimi bul, her neredeysen! Sensiz göremiyordum kendimi. Karşımda durduğunda, bin asır da geçse hala seni tanıyabilirsem, yanılmadığını anlardın zaten. Bir sebep oluyor tek bir an, yaşamaya. Ve tek  bir söz bazen- yeniden başlamaya. – Gel… 

-Gelmeliydin!-

Yedi asır sonra: Düşbüyüten sensizlik içinde…

Hayatın avucunda bir son bahar yaprağıydı- ondan kalan. Hemen içeri girecekmiş gibi, hayatın dışında duruyordu geriye kalan her şey. Bu andan önce unuttuğum, ‘oluşum’un bir sebebi olduğuydu ve orada oluşumun da… Rengi kaçmış bu şehrin güneşe durduğu yerden ilk kez ona baktığımda gördüğüm; uçan kuş kanadından bir tüy dökercesine hüzündü… Ufak bir çakıyla bin yıllık anılardan kabuk soyuyordu genç aşık – bedeninden. Asırlık bir ağaca yapılan bu saygısızlığı azarladım, o öylece duruken sarı yüzlü yumuşak taşların gölgesinde.

Hayat bıçak, zaman aşkın atardamarında- her ayrılık kandı! Belli ki ikimizin de ikliminde gündüzler nemli ve sıcak, geceler ya parçalı-bulutlu ya da sağnak yağışlıydı. Umut tutmaz hayatın silsilesi böyleydi işte. Ay’sız yüzüm karanlıktı; görmüş geçirmiş ne varsa şehirde sessiz… ve sessizlikti en çok acıtan bu ağacın canını da belli ki, geçip giden günlerimizin resmi geçidinde! Uzanıp köruçlu çakının soyduğu kabukların izdüşümlerine dokundum ve bir ses duydum derinden: “Bütün acılarımın dışına çıkarsam, benden geriye ne kalır?” diye.

İrkilip o an, ince bir sesle “Konuşan kim?” diye sordum gecede. “Kaç dil duydum/ kaç dile sustum/ kaç yaprak döktüm- sana varıncaya kadar… Asla sahip olunamayacak bir ‘hiç’ için asırlık bir duruşa mahkum edildim.” diye karşılık verdi aynı ses, yesemin kokulu bir meltem soluğuyla… Bir hayat sökmüştü içimden gidişin. Bir hayat üflüyordu şimdi bu ses ruhuma.

Bir soluk girdi düşüme böylece, benim değildi; ne çıkabildi, ne de kalmayı başardı içimde… 

Etrafıma bakındım, kurumuş bütün yapraklar toza karışırken; yoktu ortada sürecek iz. Bu ses/ bu soluk, bulunduğum meydanın dört bir yanından geliyor gibiydi.  “Sensizlik çanları çaldı yüzyıllar boyunca, ayrılık ezanları okundu… Senden önce kimse konuşmadı benimle! Bak, gör beni!” diye yankılandı o ses aniden! O an kaldırıp başımı yukarıya, ilk kez gözgöze geldim Cümbez’le; koptuğum kıyının öbür yarısında duruyor gibiydi… “Bu şehir asırlar boyu, yokluğundan içti beni!” dedi bana. Sanki zaman’ın durduğu bir anda bir düş görüyor gibiydim… Sesi, tüm uçurumları toplar gibiydi bedenimden… 

Dallarından havalanan kuşlar, ruhumun eskiyen yerlerini dolduruyordu…

O an  tüm olanlara kayıtsızkalıp yürüyüp gitseydim, bu kalp yüz adımda yüz kere düşerdi. İki adım geri atsam, üç adım atıyordum ileri. Fırtına oluyordu giyindiğim ona doğru yürüken ve yağmuru soyunuyordum her geri gidişimde. Mayın tarlasıydı sanki kalbi ruhuma; korkuyordum ona dair daha çok adım atmaktan! Böyle iki adım geri, üç adım ileri yanına vardığımda, kahkahası yankılandı meydanda. Soluğunda kaybetmenin acısı, ağulandı kahkahası yutkun gülüşümde… 

“İşte geldin…” dedi bana. “Bir ağaç olarak asırlarca yaşadım. Şimdi artık, ölümün atlasında tek bir nokta bile olmayacak son nefesimi verişim için, topraktan kesilip alınmaya hazırım! Şekillenip keskinin ucunda, yeniden insan olmaya hazırım!”. Ve böylece uzattı gövdesini -yedi dalının altından… Kalbimin içine koyup ellerimi, defalarca vurdum kuşların her çığlığında… Hatıra kartpostalları gibi bir gülüş şekillendirmek için, sabaha kadar uğraştım. Bir kez olsun sevinci üstlenmek istemiştim bu masalın sonunda…

Bu andan sonra artık biliyordum, bir anlık mutluluk sardığında içimi, yaşadığım hep ‘O’ydu. “Öp beni…” dedi bana son soluğunda, “… yasemin kokusu asılı kalsın boynumda…”. O an uzanıp öptüm onu. Bir cenaze evi gibiydi artık dudaklarımın ucu ve kırmızı bir rujla siliniyordu cinayete dair tek ipucu…

Ceren Boğaç

Gaile Dergisi Sayı: 141, 11 Aralık 2011 Pazar

Sayfa: 10-11

Leave a comment