Bittigimiz Yerden…

Bittiğimiz Yerden Zamanı Getirebilmek İçin

Sana

Öykü

Ve bir an geldi, zaman dizginlendi avuçlarımda. Kanım, bedenimde daha yavaş akmaya başladı ve kalbim daha ağır bir ritimle çarpmaya. Bir an geldi, içimin düştüğünü hissettim. Sanırım o andı anladığım; bu hayat tek bir dokunuşu bile kaldıramayacak kadar inceydi.Uzanmadan içine çekebilmek lazımdı. Dokunmadan sevebilmek. O denli ağırdı ki her şey… kaldırmadan yerinden hiç bir şeyi, yaşayabilmek lazımdı. Nefes alıp verişlerim acıya dönüştü o anda. Eğer her soluk alıp verişimde, bedenimden çıkıp giden ruhumsa; senden sonra kimsesiz kalmıştı ruhum işte. Her soluk boşa gidiyordu… Söylediğim hiç bir yalan bu anı kurtarmaya yetmiyordu.

İçimdeki fırtınanın sesi yağmura doğru uzuyordu giderek. Bedenim rüzara durdukça, ruhum daha da aşınıyordu. Tüm anılar küle dönüşüyordu işte karşımda… Sevda dediğimiz bu muydu? İçimin düştüğünü biliyordum. Ama ellerimle yoklayıp da bulamıyordum nereye düştüğünü. Kalbinden geçenleri, bu dünyadaki hangi gözle görebilirdim? Fırtınanın yüzü benimkine dönüyordu. Nefesimi tutmak ve ruhumun bedenimden çekip gitmesini engellemek istiyordum. Tanrı’nın dışardaki fırtınayı dindirmesini bekliyordum ümitsizce. Oysa içimdeki fırtına… sana uzuyordu… Tüm hayal kırıklıklarımı deniz’e bırakmaya hazırdım. Yüreğimin uzun zamandır bastırılmış çığlıkları, bir isim haykırıyordu yarım yamalak. Duymamazlıktan geliyordum  inatla. Çünkü geriye dönecek bir şeyim yoktu, bir yer yoktu, biri yoktu… yoktu hiç bir şey geride.

Önümde fırtına uzuyordu. İçimde fırtına… Dışımda yağmur yağıyordu. Ve buz kesiyordu yağmur damlaları kalbime aktıkça… Koca bir kent yıkılıyordu karşımda. Senin düşlerinle kurulmuş, koca bir kent. Neden bunca küskün olduğumu bilmiyordum hayata. Belki bu hayat tek senin güzelliğinde çirkindi. Suratımı asıyordum bir çocuk gibi, şımarıklığım yetmiyordu umutsuzluğumu kurtarmaya… Akdeniz’in yakamozlarına bakıyordum, bakışımın renginde seni bulmayı umarak… Yüzüm yüzüne tutulacak sanıyordum bir anda… Oysa hüzün düşe, düşse aşka bırakıyordu kendini. İçim dü-şü-yor-du. Ölümün kutsanacak bir yanı yoktu işte. Geride bıraktığım herkes ve her şey hala savaşırken birbiriyle, son soluğumda bir kez elime fırsat geçse, bu hayatı bin kez satardım diye düşünmenin de saygın bir tarafı yoktu. Yaptığım hatalardan öğrendiğim tüm gerçeği mi harcamıştım ben seninle?

Bu andan sonra kalbimin daha fazla adını haykırmasına gerek yoktu; gözlerine bakmadan içindekilerin yandığını görebiliyordum. Kalbimin ne kadar kırılabileceğini bana acı öğretmişse; canımın ne kadar yanabileceğini ben ilk kez senden öğreniyordum. Yaralarla dolu bedenlerimizde, tutkunun bütün açlığını içiyorduk. Kan revan içinde kalıyordu ruhumuz; birbirine değen- uzanan- dokunan bedenlerinin her birleşmesinde, o yaralar kanıyor ve biz çok daha fazla kana bulanıyorduk. Sanki incecik bir kristaldi ellerin. Bin kez düşüp, bin parça oluyordu her seferinde, avuçlarımdan… Gece güneşin önüne geçiyordu ve en çok bu karanlıkta biliyordum bedeninin tadını. Herkes yalanları seviyordu böyle zamanlarda..Ve işte tam da bununla zehirliyorduk birilerini. Sen ve ben ayrı, ayrı… ama yine de bir arada.

Gözyaşlarımız bir asit yağmuru gibi akıyordu. Birbirimize dair ne kalmışsa  eritiyordu, geceler boyunca yağdıkça. Dudaklarımız en güzel yalanları söylerken başka dudaklara, kalbim sana bir türlü yalan söyleyemiyordu; ama her geçtiği bedende, biraz daha eksiliyordu. Tıpkı seninki gibi. Hadi gözlerimin içine bak ve bana tek bir şey söyle! Kendime yeniden inanmamı sağlayacak bir şey. Çünkü ben eğer kendime inanabilirsem; sonsuza kadar sana da inanabilirim!

Tüm anılar küle dönüşüyordu karşımda… Bir alev tutup öpüyordu dudaklarımı. Ateş’i öğreniyordum yeniden. Parlayacak son bir alev gözlerim, beni söndürecek nefesi hissediyordum ensemde. Üfle o buz gibi soluğu yüzüme doğru! Hadi gözlerime bak ve milyonlarca kez kır beni! Beni ben yapan tüm parçalar bir arada durdukça, canım yanıyor çünkü. Hadi ellerinle son bir kez uzan ve milyonlarca kez dağıt beni! Kalbim kalbinden çözülsün, kes at, her neyse bizi bir arada tutan şeyi! Çünkü çok uzun zamandır kalbim aşka hizmet edemiyor. Ve ben de senin gibi, yaşamın peşinden akıp gidiyorum. Kayıtsızlığım yorgun oluşumdan biraz da…

Yağmur durmadan yağdı. Dudaklarım sessiz kalıyordu bu kayıtsızlığa. Eğlip bükülüyordum bu suskunluğun karşısında. Çünkü bir söz söylesem, tek bir söz aslında, ne çok şey hatırlatacak ve kelimelerim bir kez daha taşacaktı onları dizginlediğim karanlıklardan. Aslında kendimde bunu hiç öğrenemedim; kelimeler mi bunca uzama eğiliminde olan, yoksa onları uzatan ben miyim? Oysa söylemeye de yazmaya da korksam, aşk çarpıp çarpıp duruyordu bana! İçimde zorla tutmaya çalıştığım ruhumun çatlaklarından, keşke içime girebilseydin bu çarpışlarla… ve bir daha hiç çıkmasan…

Çok çok gülüşlerin yanından, çok çok ağlamalar geçiyordu işte… Soru işaretlerinden vazgeçtim, neyin yansıması kalmıştı ki artık içimizde? Saniyenin milyonda birinden geçip giden o milimetrik ayrılığın, o içimin düşüşünün, anıların resmi geçidinin, teninin vedasının, ruhumun ince ince kıyılmasının ve giderken senin… ve giderken benim… çok çok büyük bir sevdanın, çok çok küçük vedası geçiyordu işte… Hadi bana yıllardan kalan bir şey söyle! Bir ipucu versin, elime yüzüme bulaştırdığım sevdayı kurtarmak için!.. O kadar çok şarap içmiştim de sanki, kendimi uyuşturmuş gibiydim. Kendimi harcadığım zamanın içinde tüketiyordum saatlerimi. Neden?

Bir başka surette, kendime yenilmekti bu sevda. Bak nefesini zorla içinde tutmaya çalışıp da, kendini soluksuz bırakan bendim. Belki de içine almamak daha doğruydu… belki bunca acıtmamak için… ve belki de… Ne kadar kırgınlık taşırsa taşısın, aşk için değer diyordum kendi kendime. Yeniden denemek için, içimin düşmesine izin veriyordum. Bir solukla ruhumu bir kez daha dudaklarına üfleyeceğim. Bunu kendimden de iyi biliyordum. Kendim için bunca yalan dolanın içinden, hayatın tek gerçeği olarak bunu buluyordum. Tek bir adım yetecekti… ama okyanusa düşüp boğulmak da vardı işin ucunda. Hadi kaldır başını, gözlerime bak ve milyonlarca kez kır beni! Beni ben yapan tüm parçalar bir arada –sensiz- durdukça, canım yanıyordu çünkü.

Savurduğum, ellerimden, tükenmişlik dediğimiz korkulardı. Yanımda uyurken sen geceler boyu, ruhunun duymadığı korkular. İçimde büyüyen, içime doğru büyüyen o seslerin uğultusu sana değmesin diye, tüm mevsimlerimi tutup sana verdiğimdi bilmediğin. Birbirimizi en uzun gördüğümüz zaman, veda etmek ve kavuşmak arasındaki andı. Bu an dışında ne benim zamanım sana, ne de seninki bana değemedi. Belki de değmeyi başarsalardı, sonsuza kadar bir arada kalacakları. Kim bilebilir… Acıdan korktukça, acı çektim. Yaralanmaktan korktukça, yaralandım… Sana her geliş-gidişimde yenilmekten korktukça, yenildim. Yirmi yedi yıllık yaşamım boyunca,  bin kez sevdim en az. Ve her seferinde, tek sendin sevdiğim!

Beni o kadar uzağa gönder ki içinde; bittiğimiz yerden zamanı getirebileyim sana! Gözlerindi bir bulutu anımsatan; oysa kalbindeki yağmur hep bendim… Kendimize yakıştırdığımız bu bomboş yalnızlık mıydı? Ellerimizde üşüyen batan bir güneşin soğukluğu mu? Bir söz mu, yankılanan içimizdeki… “hoşçakal”… deyip de mi geçiyorduk fırtınanın içinden….

Bu sessizliği uçurumdan atmak istiyordum! ‘İçim düşüyor’ diyordum ve bu yalan değildi! İsterse deniz bin kez silsin dalgarla, istersen ben bin kez bu yaşamın içinden silineyim; kumsallara bir tek isim yazmıştım ben. Yüz asır da geçse, orada kalacaktı o hala. Hadi ellerimi tut ve dağıt beni. Her parçam daha da bölünsün. Bölüne bölüne bir şey kalmasın ortada. Ayrılığın da zerafeti olmalı… ve bir anlamı, kavuşamamanın da…

Yüreğimin nerede olduğunu çok iyi biliyordum artık… Ve içimin neden düştüğünü. Tek bir dokunuşun sıcaklığıydı kalan ellerimde. Rüzgarda aşınan ruhumun, kaç santimlik eriyişiydi ki sensizlik? Söz değildi gerçekte bitti dediğim; çünkü duyman gereken çok şey vardı daha! Yüreğimin uzun zamandır bastırılmış çığlıkları, o isimi hala haykırıyordu yarım yamalak. Ve ben hala duymamazlıktan geliyordum  inatla. Çünkü geriye dönecek bir şeyim yoktu, bir yer yoktu, biri yoktu… yoktu hiç bir şey geride.

İlk kez bu kadar dışına çıkabilmiştim senin, ilk kez bu kadar uzaklaşabilmiştim seden; bittiğimiz yerden zamanı getirebilmek için sana… Bir bıçağın keski yüzüydü dans ettiğimiz. Ve birbirimizin kalabalığıydı en çok yalnız kaldığımız. Şimdi biz değil mutsuzluk dans ediyor aramızda. İnanmasan da, senin de vardı bana dair bilmediklerin. İşte geri tepen bu; korkaklığımdı benim. Kazandığını anlasan… biliyordum ki bırakıp gidecektin! Kirpiklerinin ardında duruyordu bu gidiş… Oradaydı. Kalmalıydın oysa sen. “Kalmak” sözcüğü en çok sana yakışıyordu çünkü hayatımda! Sen bana geç kalmamaya çalışırken, ben sana erken gelmiştim sanırım.

Hadi gözlerime bak ve kır beni! Yarım kalmak, kırılmış bir şeyi onarmaya çalışmaktan daha zor çünkü. Senin de en az benim kadar uzakta durduğunu bilmiyor muydum sanıyorsun? Çünkü ufacık bir şey olsa, sen anlamadan yanımda bulacaktın kendini. Bu hayat değildi; sen ve ben girdi aramıza. İkimizden geriye ne kaldı bilmiyoruz. Bilsek yakacağız çünkü kalanları, ellerimiz bile titremeden… İçimizdeki ıssızlığı dolduracak yeni oyunlar oynuyoruz. Beş para etmeyecek, zavallı avuntulara sığınıyoruz! Birbirimizden çaldığımız hayatla ödeştik! Kaç kez tükettik birbirimizi? Birbirimize kaç kez yenildik?

Cesaretimiz mi kırıldı yoksa? Buyüzden mi bitkisel sevdalarla oyalıyoruz kendimizi? Geçici bir dinginlik biliyorum, ta ki bir sonraki fırtınaya kadar! Bittiğimiz yerden zamanı getirebilirsem sana, o bir an bütün hayatımızı kaplayacak yeniden. Bunu ertelemek için işe yaramayacak her şeyi deniyorum oysa. Seni aramıyorum mesela. Tıpkı senin istediğin gibi. Bir hiç uğruna ruhumuzu öldürüyoruz. Ve bir hiç uğruna yazık ediyoruz bu sevaya… Kalbine saplanmış acıları çıkarmak kolay değil elbette. Geçen günler alıp gider diye belkiyoruz bu ağırlığı… Dibe çökecek diye bekliyoruz… Yeni aşklar edinmeye çalışıyoruz kendimize, ya da daha dürüs olmak gerekirse, yeni aşıklar…

Senin gidişinle mi açıldı içimdeki bu boşluk? Yoksa kendimi mi eksiltmemle? İşte geri tepen bu; korkaklığımdı benim. Kazandığını anlasan… biliyordum ki bırakıp gidecektin! Kalmalıydın oysa sen. Kalabilseydin, bu sözcük en çok sana yakışacaktı hayatımda… O zamanlar bunun anlamıydı bilmediğim; oysa şimdi değeri olan bir tek bu var. Her şeye iyi gelmeliydi bu ayrılık; nasıl oldu da bu kadar çok kanattı, bitişimizin ardından? Senin benden, benim de senden habersiz yaşayıp gittiklerimiz, uzanıp tuttuklarımız, sarılıp öptüklerimiz, soluksuz kaldığımız ve göz yaşı akıttıklarımız belki, çok çok büyük sevdamızın, çok çok küçük vedasıydı aslında.

Tüm o duyguları beraberliği dönüştüren şeyi, nasıl arayıp bulabilirim? Yanaklarımdan boşalacak yağmurları beklemek, içimin son bahar mevsimlerinde, temizlemek için ruhundaki kızgınlığı… gözlerimi tüm sellerle de akıtsam, yetmeyecek biliyorum! Çünkü artık kalbinin ilkimi, benimkine uymuyor! Çırılçıplak yaşabilmek için aşkı, ağır gurur elbsemi de çıkartıyorum karşında. Fazla hızlı geçtiğimi biliyorum içinden. Ama inan, bir o kadar da hızlı kendi içimden geçiyorum. Pencereyi aralayıp, sana bakıyorum gecede. Ve sen bir başkasının bedeninde, benim gölgemle sevişiyorsun… “Seni seviyorum…” diyorsun, baktığın her çift gözde, beni görmeyi umarak. Oysa düşlerinde eksilttiğim yüzüm, en çok ruhunda yansıyor. Dönüp aynaya baksan, karşında göreceğin benim.

Hasta olacak kadar çok ıslandığımı farkediyorum yağmurdan. Kalbimin buz tutacak kadar çok üşüdüğünü… Sana anlatmaya çalıştığım bu duygu, gerçekten de başa bela. Öyle bir girmiş ki hayatımda, bir daha hiç çıkmayacak… Bak kaç zaman geçti, bir zamanlar içiçe olan benim çemberimle, seninki kesişmiyor artık. Kimse beni bende alamaz artık. Kimse içine çekip de ruhumu, bana benden daha yakın da olamaz… Oysa senin gidişinle içimde açılan bu boşluk; ne olur, kaldır başını ve bak bana! İçim yok artık… Bana bakıp da görebilirsin, bedenim gerisinde saklı olanı. Kendimi gizleyebilirim; ama kalbimi gizleyemiyorum senden.

Nasıl “yalandı” diyebilirsin ki bana? Senden daha sıcak bir Ekim akşamında ısınabildim mi ben bir daha? Eğer sesini hiç duymasaydım, unutabilirdim… Eğer hiç dolaşmamış olsaydı ellerim ellerinde, bırakıp gidebilirdim. Eğer hiç gelmeceğini bilseydim, seni beklemekten vazgeçebilirdim. Ama en çok yaşanması gereken her şey yaşanmış olsaydı, seni sevmesin diye kalbimi durdurabilirdim.

Ellerinin limanı, ıssızlığıma teslim olmuş. Demir almış ruhum bedeninden, sen buna rağmen hala susuyorsun! Oysa benim de duymak istediklerim vardı. Karşımda durmuş, bu ayrılığı bile benim kurtarmamı bekliyorsun… Ve bende aradıklarını bir yalanla doldurmaya çalışıyorsun. Bırak gideyim… Beni o kadar uzağa gönder ki içinde; bittiğimiz yerden zamanı getirebileyim sana! Sen de kalma bittiğimiz yerde. Çünkü “bizim” zamanımız orda değil. Çünkü artık “biz” de orda değiliz.

Bir başka surette, kendimize yenilmekti bu sevda. Düşüp düşüp kanattığım dizlerimdeki, her doğrulduğumda duyumsadığım acıydın sen. Ve en çok da sen sebeptin, düştüğüm yerden kalkmama. Seninle yaşadığım her mevsim bahardı ve bir kelebek ömrüydü aşk aramızda. Hayatımı, bir yerlerde kendimi bulmayı ümit ederek karıştırdım. Ritmi bozuk bir kalp atışıydı sanki anlaşılmaz olmak. Bana kendin de söylediğin gibi, sen beni hiç anlamamıştın. Şimdi bir anının solup giden gölgesi gibi, içindeki ben ve dışındaki ben arasında gidip gidip gelirken, içine düştüğün boşluğu bir yalanın doldurmasını bekliyordun. Şimdi seni arasam ve sevdiğimi söylesem sana… aşka bir kez daha yenilmekten korkuyordum! Bittiğimiz yerden zamanı getirebilmek için, sana… Verdiğim sözü tutuyorum; ne tek bir söz, ne de tek bir satır!

Pencereyi bir kez daha aralıyorum. İçime çektiğim gece… Ve doğduğum şehre bakıyorum, suskun seyrediyorum  ruhumun ince ince kıyılmasını… ve giderken seni… ve giderken beni… Bittiğimiz yerden zamanı getirebilmek için, sana… Ama sana… tek sana… ve hep sana… Yaşanması gereken her şeyi yaşamayı seçiyorum!

Ceren Boğaç

Çirkef Dergisi, Sayı: 7, 2006

Leave a comment