Dosya V

CerenBogac design

‘Dosya V: 21. Yüzyılda Kentlerin  Yeni- Değişen Yüzü’

Ceren Boğaç,  Şebnem Önal Hoşkara, Beril Özmen Mayer,

Müge Rıza

MekanPerest-Architecture, Environment and Construction Newspaper,

20 HAZİRAN 2010/

SAYI 9, ss. 7-8-9-10

Giriş Yerine…

Kentlerin oluşması, tasarlanması ve gelişmesi konusunda politikacılar, avukatlar, müteahhitler, mühendisler, ekonomistler, sosyologlar, planlamacılar, mimarlar, kentsel tasarımcılar, özel iş ve meslek sahipleri, iş adamları, ev / arsa sahipleri, ve daha pek çok aktör sorumluluk almaktadır. . Her grup aktör, kente ve yapılaşmış çevreye, kendi bulunduğu noktadan, kendi doğruları, kendi çıkarları, sosyal/kültürel/ekonomik yapısı yönünden bakmakta ve çevreyi kendine göre biçimlendirmeye çalışmaktadır. Ancak, kentsel ve mimari çevreye biçim vermeye yönelik bireysel yaklaşımlar, kente pozitif sonuçlar getirmenin yanında,toplum/ toplumsallık olgusunun yok olması sonucunu da beraberinde getirmektedir.

Tüm bu yeni düzen içinde, küreselleşmenin de etkisiyle, kentlerimiz planlı ya da – çoğu kez – plansız bir dönüşüm süreci içindedir. Bir başka deyişle, kentlerin tarihsel ve geleneksel alışılagelmiş dokusuna eklemlenen, yeni ve farklı betimlemelerle çeşitlenen insan yerleşmeleri, değişim ve dönüşümlerle şekillenmektedir. Bu değişim ve dönüşümler sonucunda, eski kentler ‘yeni’ görünümlere bürünürken, bir yandan da, ‘Yeni Kentler’ diyebileceğimiz alanlar ortaya çıkmaktadır.

Bu görüşler ışığında, bu sayımızdaki Dosya’mızı, ‘yeni’ kavramı üzerinden kentleri okumaya ayırdık. Ancak kentsel değişimler, dönüşümler ve sonucunda ortaya çıkan “yeni yüzlü eski-kentler” ve “yeni kentler” konusu öylesine derin, çok boyutlu ve karmaşık ki, biz konuları biraz daha anlaşılabilir kılmak adına bölüp-parçalayarak sizlere aktarmayı yeğledik ve daha çok “kentlerin değişen-yeni yüzü” konusuna odaklandık. Bu bağlamda çeşitli kavramlar üzerinde yoğunlaştık: Klasik Kent, Boşluksal Kent, Post-Modern Kent… Marka Kent… Meta Kent…

Ancak yine bu sayımızdaki Al Gözüm Seyreyle – Gezi Notları sayfasında, Kağan Günçe’nin kaleme aldığı, “..Son yüzyıla damgasını vuran, yapaylığın ve para gücünün simgesi Dubai kenti…”, Dosya’mızın “yeni kentler” konusunu bütünler nitelikte… Aynı zamanda, Konut ve Yaşam sayfasında Nesil Baytin’in kaleminden okuyacağınız “Kapalı Yerleşimler” konusu da, kentlerin değişen yüzlerine bir örnek teşkil ediyor.

Aslında bu sayfalarda aktarılabilenler, ilgili konuların çok azı ve belki de çok yüzeyseli… Bu yüzden okuyacaklarınızı, konuları tartışmak adına bir başlangıç olarak değerlendirirseniz, daha doğru olacaktır. İyi okumalar dileriz…

***

Değişim Işığında Ortaya Çıkan Kavramlar

Ceren Boğaç

Gerek Batı, gerekse dünyada gelişmekte olan diğer kentlere bakıldığında, bugün ‘Klasik Kent’ yapılanmasının söz konusu olmadığı ve kent kavramının çeşitli evrimlerden geçtiği gözlenmektedir. ‘Klasik Kent’ dediğimiz kavram, yersel değerlerin her daim ön planda olduğu ve merkezi bir örgütleme temeline dayanan bir yapıya sahip yerleşim biçimidir.

21. Yüzyılda artık insan yaşamı büyük ölçüde ‘yer’ ve ‘zaman’ kavramlarını yitirmiş ve bundan ‘kent’ olgusu da nasibini almıştır. İnsan yaşamına egemen olan yeni yerleşme düzeni, ‘parçalı’, ‘dağınık’, ‘moleküler’ bir yapıya sahiptir ve bu da, 19. yüzyıl sonlarında başlayan `merkezden uzaklaşma`, başka bir deyişle `banliyöleşme` hareketinin son halkasıdır. Yüzyıl gibi kısa bir zamanda, tahmin edileyemeyen bir hızda gelişen ulaşım ve iletişim teknolojileri, geçmiştekinin aksine, insanın kent merkezlerine bağımlılığını azaltmıştır. Bunun sonucu olarak, 80’li yılların sonlarında, kurumların kırsala taşınmasına olanak veren iletişim teknolojileri, kentleşmede klasik yapılanmanın ortadan kalkmasına zemin hazırlamış ve genellikle ‘boşluksal’ düzen olarak tanımlanan yapılanma, kent evriminin dönüm noktalarından biri haline gelmiştir.

Peki bu dönüşüm sırasında insan yaşamı nasıl etkilenmiş, kazanımları ve kayıpları neler olmuştur?

Elbetteki, teknolojinin yaşamı kolaylaştırdığı ve böylelikle insan yaşamının tek bir merkeze bağımlılıktan kurtulduğu bir yapılaşmanın kazanımları olmuştur. Ancak bunun yanında, klasik kent yaşamından soyutlanan yeni yapılaşmanın sebep olduğu bazı kayıplar da vardır. Mimari ve psikoloji arasında köprü kuran “Çevresel Psikoloji” bilimi, insanın davranış mekanizmalarını etkilediğine inanılan, ‘mahremiyet’, ‘egemenlik sınırı’ ve ‘kişisel/sosyal mekan’ gibi kavramların, sağlıklı ve sürdürülebilir bir çevre için önemini ortaya koymuştur. Geleneksel kent olarak da adlandırabileceğimiz ‘klasik kent’, şüphesiz insan yaşamı açısından çok önemli olan bu davranış mekanizmaları için olanak sunmakta ve sakinlerine ‘yersel psikoloji’, ‘yersel kimlik’, ve ‘yersel duyum’ gibi psiko-sosyal duyumsamalar konusunda avantajlar tanımaktadır. Bu kavramlar çerçevesinden bakıldığında, ‘boşluksal’ veya ‘moleküler’ diye anılan yeni kent modeli, insan davranışlarını desteklemekten çok uzaktır.

Bu bağlamda yakın geçmişimizden bugüne kentlerin geçirdiği değişimlere bakarak, kentle ilgili bazı kavramları kısaca irdelemekte fayda görüyoruz:

Klasik Kent

Kentlerin tarihi kimliklerinden kaynaklanan özelliklerinin, yalnızca geçmişte değil bugün de insanlığın ortak geleceği için ne denli önemli bir esin kaynağı olduğu, Aldo Rossi’nin 1982 yılında yazmış olduğu ‘Kent Mimarisi’ (The Architecture of the City) adlı kitabında net bir şekilde ortaya konmuştur (1). Bu bağlamda bakıldığında ‘klasik kent’, toplumlar için ortak hafıza ve mimari kültür mirasi kavramlarının vücut bulduğu bir ‘ortak tarih bilinci’ açısından yaşama önemi göz ardı edilemez bir katkı koymaktadır. Klasik kent mimarisinin ‘yer’ ve ‘zaman’ eksenli tanımını yapacak olursak, hiç şüphesiz kentsel yapının oluşumunda etki sağlamış coğrafi ve kültürel özelliklerden; tarih öncesi ve sonrası dönemlere ait ve kent sürecinde belirleyici rol oynamış anıtsal oluşumlardan; yine o yöreye ait doku karakterlerinden; protoik yapılardan ve planlamadan (2) söz etmemiz gerekir ki, tüm bu etkenler insanların psiko-sosyal duyumsamalarına dair davranış mekanizmalarını tetikleyen ve Rossi’nin bahsettiği toplumun ortak hafızasının oluşumuna katkı koyan değerledir.

Boşluksal/Moleküler Kent (Yer-ötesi Kent)

Ne yazık ki ‘boşluksal kent’ olarak tanımladığımız yeni düzende, yukarıda bahsettiğimiz değerlerin çoğu kaybolmuştur. Önce lokomotif, sonra telefon ve faksın, sonra otoyolun ve nihayet internetin ortaya çıkışıyla oluşan bu yeni kent modelleri, ‘yersel bağımlılık’, ‘yer psikolojisi’, ‘yer ve mekan’, ‘yersel duyum’ gibi kavramlar açısından oldukça zayıftır. Bu tür kentlerin sebep olduğu mimari sonuçlar, Robert Venturi ve ortaklarının 1972 yılında yayınlamış olduğu ‘Learning from Las Vegas’ kitabında net bir şekilde ortaya konmuştur (3). Venturi ve ortaklarının yaptığı çalışma, kent peyzajının insanlar tarafından algılanabilir ve anlaşılabilir unsurlardan oluşmasının ne denli önemli olduğunu ortaya koymuştur. Las Vegas örneği üzerinde yapılan çalışmada, söz konusu olan unsurların, kumar şehrini baştan başa saran ve binalardan yer yer daha ön planda olan tabelalara hitaben ‘tabela yapı’, tarihsel ikona, yöresellik, biçim (-ki Venturi ve ortakları literatüre geçmiş olan ‘ördek yapı’ tanımını ilk kez burda ördek şekline sahip ördek restaurantına atıfta bulunarak kullanmışlardır) ve yapıdan bağımsız cephe gibi insanlar tarafından kolaylıkla algılanabilir elemanların, kentin kültür nesneleri, bir başka deyişle kentin ya da metropolün kentsel imge ve imgelenebilirlik nesneleri olabileceğini ortaya koymuştur. Aslında bu çalışmanın temelinde yatan sonuç, kent pejzajının tarihsel ve güncel kültür temaları üzerinden ne denli etkin bir biçimde şekillenebildiği yönündedir.

Post-Modern Kent

Boşluksal kentin gerek mimari, gerekse insan psikolojisi üzerinde yarattığı olumsuz sonuçların eleştirel bir söylemi niteliğinde ortaya atılan ‘Post-Modern Kent’ kavramı, simgesel ve tarihsel tema ağırlıklı bir yaklaşımı öne sürmektedir. Bu açıdan bakıldığında, post-modern söylem de, kentte bildik, tanıdık veya sıradan ifadeler kazandırmaya yönelik arayışların, kent kimliğini güçlendireceğini öne sürmüş ve bunun da ‘boşuksal kent’in kullanıcıları üzerinde yarattığı kayıpları giderebileceği vurgulanmıştır; çünkü yapılaşmış çevrede ‘bildik’, ‘tanıdık’ ve ‘sıradan’ ifadeli yapı elemanlarıyla, insanlar için kent bütününü anlaşılmaz veya bulanık ifadelerden ve bunun getirdiği psikolojik etkİlerden kurtulacağı yönündedir.

‘Kent Kimliği’ kavramı, bu söylemle gündeme gelmiş ve çağımızın kent planlama ve gelişimi açısından en önemli unsurlarından biri olmuştur.

Kent kimliği bir kenti diğerlerinden eşsiz / farklı kılan karakter veya yapısal durumdur. Kent kimliği o kadar güçlü bir olgudur ki, bir kenti hiç görmemiş insanların benliğinde bile kalıcı ve anımsatıcı imajlar yaratır. Ancak ‘kent kimliği’, yalnızca fiziksel nitelikte bir sürece verilen isim değildir. Bu kavram, aynı zamanda yerel, ulusal, uluslararası, siyasal, ekonomik, sosyal, kültürel vs. değerlerin tümünü barındıran bir olgudur. Dünyanın neresinde olursa olsun, kent kapsamında ortaya çıkan sosyal yapı mutlaka fiziksel yapıya yansımaktadır. Kent kimliğinin önemini vurgulamak için, konuya bu açıdan yaklaşılmalı ve kent kimliği, ‘Çevresel / Biçimsel Kimlik’ ve ‘Sosyo Kültürel Kimlik’ olarak iki farklı ancak biri birini bütünleyici yönden incelenmelidir. (4)

‘Çevresel kimlik’, kentin doğal ve yapılaşmış çevre özelliklerinin bir araya gelmesiyle oluşan, ve bu bağlamda, doğal yapının yanında, kent-mahalle-mekan-bina ölçeklerinde kentin özgün yapısıyla bir sanat yapıtına dönüştüğü biçimsel oluş sürecidir.

‘Kolektif kimlik’ olarak da adlandırabileceğimiz ‘Sosyo-kültürel kimlik’ ise, kenti kent yapan sosyal değerlerin tümüne verilen isimdir. Günümüzde tüm kentlerin yaşadıkları gelişim ve evrimler sonucunda ortaya çıkan kozmopolit kent kültürü, bugün sosyo-kültürel kent kimliğinin temel yapı taşıdır.

Kısaca günümüz insanının ulaşım, haberleşme ve iletişim araçlarındaki her türlü ihtiyaç ve alışkanlıklarının değişmesi sonucunda ortaya çıkan yeni düzeni, beraberinde değişen simgesel ve yapısal unsurları getirmiş ve kentlerin bu bağlamda yukarıda bahsi geçen çeşitli kimlikleri oluşmuştur.

Günümüz kentleri, kültürün ve simgeselliğin ticari ekseninde gelişen neredeyse soyut bir ‘yer’ kavramına dönüşmüştür. Teknoloji, bilim, sanat ve daha birçok ögenin simgesine ‘dönüşen’ kentler vardır ve daha nicesi gelişmekte/ oluşmaktadır. İşte bu gelişmeler sonucunda ön plana çıkan ‘marka kent’ ve ‘meta-kent’ kavramları, kültürel ve simgesel ticari dönüşümün merkezinde tartışılması gereken iki konudur.

Kaynakça:

(1) Rossi, A. (1984). The Architecture of the City-New Edition. Cambridge, MA.: MIT Press.

(2) Nalkaya, S. (2005). ‘Dağılan Kent ve Yeni Dönem Kent Mimarlığı’, Yapı Dergisi, 279- Şubat 2005.

(3) Venturi, R., Brown, D.S. & Izanour, S. (1996). Learning from Las Vegas. Cambridge, MA.: The MIT Press.

(4) Faslı, M (2003). A Model for Sustaining the Identity of The City of Lefkoşa (Nicosia) in North Cyprus, (yayımlanmamış Doktora tezi), Eastern Mediterranean University, Gazimagusa.

***

Marka Kent: Kentin Markalaştırılması

Müge Rıza

Kentlerin markalaşması son senelerde dünyanın birçok ülkesinde ve kentinde gündemde olan bir yaklaşımdır. Daha önce de bahsettiğimiz üzere, Modern kentler çok hızlı değişimler yaşamaktadır. Toplumlar, sosyal yapılar ve teknolojinin değişime uğraması neticesinde farklılaşan hayat tarzları, kentlerin de değişmesine veya değiştirilmesine yol açmaktadır. Geçmişte bu tür değişimlerin günümüze kıyasla çok daha yavaş gerçekleşmesinin yanı sıra, toplumların değişimleri daha fazla yerel ve bölgesel boyutta olmuştur. Günümüzde ise, değişimler küresel (global) boyutta önümüze çıkıyor. Küreselleşme, toplumların hayatını bir çok yönden değiştirmiş ve hızlandırmıştır ve bunun yanında, değişik kültürden insanların ve farklı kentlerin birbirine çok hızlı bir şekilde yaklaşmasına olanak sağlamıştır. Küreselleşmenin etkisi altında kentler, ekonomik, turistik, teknolojik, sportif ve buna benzer farklı alanlarda birbirleri ile dayanışma içine girerek diğer kentlerle yarışırken ‘Kardeş Kentler’ adı altında kendilerine paydaş aramakta, böylelikle bu büyük yarışta daha kuvvetli olmaya çalışmaktadır. Günümüzde, birçok insanın istediği an istediği ülkeye gitme fırsatını bulabilmesi ve özellikle de turizm açısından çok fazla seçenek arasında en çekicisini seçebilme şansı olması, kentlerin aranılır bir ‘marka’ olarak anılabilme ve tanınması için değişik yöntemlere başvurmasına neden olmaktadır.

Kent ve Markalaşma

Kentler de artık alınır satılır imajlara büründüğü için markalaşmaya uygun bir kıvama gelmiş konumdadır. Kentlerin markalaşmasını bir ürünün markalaşmasına benzetebiliriz. Marka, benzer ürünleri birbirlerinden ayırt etmek için kullanılan bir ‘işaret’tir.

İşletmelerin ticari yaşamlarında önemli bir rol oynayan marka, onların kimliklerini yansıtan bir ‘parmak izi’dir. Bu durumun aynısı, kentler için de geçerlidir. Bugün kentler rekabet içinde oldukları için, kendi kimliklerini ortaya koyan bir ‘parmak izi’ aramaktadırlar. Bu ‘parmak izi’ de, kente bir imaj, bir kimlik vermektedir. Bu yüzden kentler kendilerini ‘satışa’ çıkarmaktadırlar ve bunun için de en çekiçi yöntemleri bulmak arayışındadırlar.

Kentler Nasıl Markalaşır?

Günümüzdeki kentler, özellikle batı ülkelerinde, üç ana yöntem ile markalaşır / markalaştırılır: Kültürel ve tarihi miraslarını öne çıkararak; mega-kültürel faaliyetler ve festivaller düzenleyerek; ve/veya, ‘ikonik’ (simgesel) binaları araç olarak kullanarak.

Zengin kültürel veya tarihi bir mirasa sahip olan kentler ‘şanslı kentler’ olarak isimlendirilir. ‘Şanslı kentler’ varolan tarihi mekanlarını ön plana çıkarır veya doğal harikalarını sergilerler. Bu kentler, kendi kendilerinden doğallığıyla marka olarak ortaya çıkarlar. Buna güzel bir örnek olarak dünyanın yedi harikasından biri olan Gize’deki Keops piramidi verilebilir. Varoluşu ve bunun tanıtımı markalaşmaya yeterlidir.

Böyle bir ‘Şanslı kent’ potasiyeli, aslında Mağusa suriçi için de geçerlidir. Tarihi dokusu ve yapısı ile nadir bulunan kentlerden biridir. Fakat ‘marka’ olmak için değerini bilmek ve dünyaya tanıtmak gerekir – ki ne yazık ki Mağusa’da şu an için eksik olan bu.

Bir marka kent olmak için pozitif ve etkileyici bir imaj yaratmak da gerekir. Bazı kentler bunun için mega –festival veya sportif faaliyetlerini kullanırlar. Örneğin Avrupa Kültür Başkentleri veya Olimpiyatlar bu yönde çok etkili bir araç oluyor. Bu yöntemi kullanarak, kent bir ‘marka’ olarak bütün dünyada tanıtılmış oluyor. İyi bir örnek, geleneksel olarak her sene eylül ayında Almanya’nın Münih kentinde düzenlenen ‘Oktoberfest’ veya bira festivalidir.

Her yıl bütün dünyadan yaklaşık 6 milyon kişinin katıldığı bu festival, Münih şehrinin en tanınmış olayıdır. Bu festival, Münih kentini bir ‘Marka kent’ olarak bütün dünyaya tanıtmıştır.

Bunun yanında kentler, modernleşme sürecinde markalaşma açısından en etkileyici ve ‘hızlı’ yöntem olarak ikonik yapıların önemini keşfetmişlerdir. İkonik binalar, kentin imajını ve dünyadaki yerini bir anda değiştirebilmektedir. Özellikle ünlü bir mimar tarafından tasarlanmış, fiziksel görünüşü etkileyici olan bir yapı, küreselleşmeye doğru giden dünyada, kentin tanınması ve bir ‘marka’ olarak algılanması için önemli bir rol üstlenebilir. Bir kentin başarılı olabilmesi için, ekonomik refaha ve çekici bir görünüşe sahip olması gerekir. Simgesel / ikonik binalar, turizm açısındandan da çok önemli rol oynamaktadır. Son senelerin en çarpıcı örneği İspanya’nın Bilbao kentindekiGuggenheim müzesidir.

Çökmüş ekonomisi, düşük refah düzeyi ve olmayan kent imajıyla, eskiden ölü bir kent olan Bilbao, 1997 senesinde Guggenheim müzesinin inşa edilmesiyle dünyanın en tanınmış kentlerinden biri haline gelmiştir. Her sene yüzbinlerce turist, ünlü mimar Frank O’Ghery’nin titaniyumdan inşaa etmiş olduğu müze binasını görmek amacıyla Bilbao kentine gitmektedir. Artık Guggenheim Müzesi, Paris’in Eiffel Kulesi ve New York’un Özgürlük Anıtı gibi, Bilbao kentinin sembolü olmuştur. Yani simgesel / sembolik bir bina bir kenti, yeni bir ‘marka’ya dönüştürmüştür.

Konuya Eleştirel Bir Bakış

Yukarıda okuduğunuz gibi, kentler bir çok yöntem ile ‘marka’ olmaya çabalamaktadır. Günümüzde kentler bir çok açıdan rekabet yaşadıkları için , ‘marka kent ‘ olmak belki de kaçınılmaz bir hale gelmiştir. Dünyada çekiçi bir sembol ile tanınmış bir kent, daha fazla ziyaretçi çekmekte \ ve ilgi görmektedir. Sonuç olarak, böyle kentlerin ekonomisi güçlenmekte ve o kentte yaşayan insanların refah düzeyi artmaktadır. Ekonomik düzeyi yüksek olan kentlerde de, sosyal sorunlar az ve yaşam kalitesi yüksek olur.

Bir markanın en önemli unsuru, bu markanın özelliklerini öne çıkarıp başka markalardan farklı olduğunu vurgulamak ve özgün olduğunu simgelemektir. Günümüzde bir çok kent, başka kentlerin yöntemlerini takip edip kopyalamaya başlamıştır. Dünyanın bir çok kentinde birbirine benzeyen ‘ikon’ binalar tasarlanmaktadır. Örneğin Bilbao’daki Guggenheim müzesi, Bilbao kenti için tasarlanmıştır, başka bir kentte aynı etkiyi yaratması mümkün olamaz. O yüzden ‘marka’ olmak için, eşsiz-özgün olmak gerekiyor. Her kente aynı yapılar tasarlanılırsa, kentlerin arasında fark kalmaz ve dolayısıyla ‘marka kent’ diye birşey olmaz. Kentlerin, kendi özelliklerine göre ‘marka olmayı’ hedeflemeleri ve kendi kimliklerini bulmaları ya da var olan kimliklerini korumaları ve sürdürmeleri gerekiyor. Son tahlilde kentlerin markalaşması ve bunun yöntemlerinin uzun süre tartışılacağını bir tespit olarak sunabiliriz. Unutmamamız gereken, tüm bu gelişmelerden öğrenecek çok şeyimiz olduğudur.

Kaynakça:

(1) O.Can Ünver (2010), 21.Yüzyılda Türk Kentleri Nasıl Markalaşmalı?

(http://www.updon.com)

(2) Kotler P.,Asplund C.,Rein I &Heider D.(1999). Marketing Places Europe:Attracting Investements,Industries, Residents and Visitors to European

(3) http://www.vikipedia.org

(4) www.anakarapatent.com

***

Meta-Kent : Kentin Metalaştırılması

Beril Özmen Mayer

Küresel kentlerde ortaya çıkan benzerlikler kadar, vurgulanan farklılıkları göz önüne seren ‘Yeni Kentler’, yurtdışı gezilerimizde hayran olmakla kalmayıp aynı zamanda ‘oralarda’ yaşamak isteğimizi yinelediğimiz tadlar yaşatmakta bizlere. Yaşadığımız kentlere dönüp de baktığımızda ise, gözlerimizi alan, kentin kredisini yükseltip o denli farklı kılan, global kentin medyatik olaylarına rastlamak pek mümkün görünmemekte.

Çağdaş tanınmış kentlerde, hız, otomasyon, verimlilik gibi tüketim toplumu hedeflerine göre planlanan ve ekonomide canlılığı destekleyen her türlü aksiyonu insanı yoracak kadar hızla cerayan ettiren bu küreselleşme pratiği, `Kentin Metalaştırılması` ve pazarlanmasında bahsedilmesi gereken ana noktaya ışık tutmaktadır. Küreselleşen dünyada, `Kentlerin Yeni Yüzü` konusunu açarken, bu anlamda adlandırmak istediğimiz bir tür kentten söz etmek istiyoruz:

Meta-Kent

`Meta` sözbilimsel olarak, Yunanca kökenli bir ön-ek; bir şeyin ötesinde olmayı ve kavramsal olarak bir soyutlanmayı bize sunarken, diğer yandan da kapitalizm kuramında adı geçen alınır-satılır olma özelliğini de niteler ana dilimizde.

Mimarlık, şehircilik ve planlama eğitiminde adı geçen güncel konular, kendisine karşıt bulamayan bu tekil ‘yeni-liberal’ ekonomik sistemin küreselleşme etkisiyle geldiği kritik momentte, son dönemde yaşanan krizlerle kendi yarattığı canavarla baş edebilme sorunu yaşamaktadır. Amerikalı profesör David Harvey’e göre, kapital ya da meta üretimi ve birikiminin tarihi, ‘Yaratıcı Yıkım’ eylemiyle başat gitmekte ve ‘Mekan’ kendi içinde tutarlı bir tasarım ürünü olmaktan çıkarak, yıkılıp yeniden üretilen bir meta olma özelliğini taşımaya başlamakta, bu anlamda kentler kapitalin yeniden dönüşebilmek için çıktığı yeryüzü seyehatine yeni ve aktif bir unsur olarak katkı koymaya başlamaktadır (1).

Güncel pratikte ise ilgilendiğimiz ve basında izlediğimiz tasarım, mimarlık ve kentle ilgili yeni gelişmeleri destekleyen kuram ve söylemler kentin metalaştırılması sonucu ortaya çıkmıştır. Örneğin ‘Kentsel Dönüşüm’ konsepti, biz mimarlara bir tür değiştirme gücü sağlamakla beraber, yeni mimarlık biçimlerini uygulamamıza imkan vermekte; ve ardından gelebilecek mesleki saygınlık ve maddi olanaklarla da belli bir ivme sağlamaktadır. Bu güzel yaratma heyecanının kapattığı gözlerimizi araladığımızda ise, kentsel dönüşüm uygulamalarının perde arkasını oluşturan nedenleri ve ortaya çıkan sorunları meslek etiğine uyan bir aydın olarak görmemezlikten gelemeyiz. Kentin yeniden yapılandırılması, bir yandan -görünürde- kent sakinlerine yeni bir yaşam vadederken; bir yandan da -esas can alıcı mesele olan- küresel para akımının oluşabilmesi açısından uygun parametreleri sağlamaktadır. Daha da önemlisi, kentteki farklı gelir gruplarının bu durumdan farklı düzeylerde yararlanmasının yarattığı eşitsizlik ortamıdır. Hemen hatırlayalım, geçen son iki-üç senenin gündemine oturan İstanbul tarihi yarımadasındaki Sulukule mahallesi sakinlerinin muhalefetine ve mülkiyetin temel hukuki haklardan biri olmasına rağmen ‘Devlet Baba’, ‘Hükümet Ana’, ya da ‘Belediye Kardeş’ tarafından hızla hazırlanıp onaylanan yeni kararlarla yürürlüğe giren bu yıkımlar, bu ‘farklı’ bir kültürel alt grupta sayılan bu kent sakinlerinin aleyhine sonuçlanmıştır.

Bir kent parçasında savaş yoksa ve bu insanlar normal hak sahibi vatandaşsa, neden bu yerin özgünlüğü sakinleriyle birlikte korunamaz? Çünkü tarihi kentteki bu alan çok değerlidir. Yeni sahiplerine satılmalı, rant getirisi daha da artmalıdır.

Bu bir tür modern göçerlik, göçmenlik ve yer değiştirme, çıkar çevrelerinin lehine yapılmalıdır, öyle değil mi? Tarihimizde mübadele yani karşılıklı yer değiştirmenin çok fazla yaşandığı savaş sonrası yılları anımsamamız lazım. Bu sefer hakim güç, ne savaş, ne dil, din ya da kültür faktörüdür; adına ne derseniz deyin- ama yeni ekonomik sistemin dayatması ile kent toprağının satılır mal, kazanabilir rant ya da paraya dönüştürülebilir meta olduğunun kanıtı olarak artık ortadadır.

Kapitalist toplumların yazgısını belirleyen kararlar büyük kentlerde hem ekonomik hem de kültürel etkinliklerin yoğunlaştığı alanlarla kendini daha çok pazarlayan bir etkiye sahip olmaktadır. Kentsel süreçler çok katmanlı bir şekilde ortaya çıkarken, kapitalist toplumsal ilişkilerin sürekli dönüşümüyle beslenmekte, her an yeniden tanımlanmakta ve değişime uğramaktadır. Bu anlamda kenti, kapitalist toplumsal ilişkilerin bir yansıması olarak görmek doğrudur. Ancak günümüzde kentin, sadece bu yansımayı yapan bir ortam değil, kapitalist toplumsal ilişkilerin ana-kurucu öğelerinden birisi olduğunu özellikle belirtmemiz gerekmektedir. Bu durumda, kentler neo-liberal ekonominin bir aracı değil, kendisidir (2).

Kapital üretiminin girdiği açmaz, Harvey’sözünü ettiği anlamda; ‘yeni misyonuyla üretim ilişkilerinin genişlemeye açık bir coğrafi ölçekte tutulması’ yani ‘küreselleşmenin kaçınılmazlığı’nı anımsatmakta, ve bu söylemin yeni çözüm noktası olarak görülen kent toprağının ne denli etkilenebilir olduğunun altını çizmektedir. Kent toprağının sınıfsal ve / veya gelirsel ayrışması ise sınıf mücadelesinin kendine aradığı çıkış noktalarını benzer şekilde etkileyerek, yerel düzeyden başlayarak küresele ulaşana kadar bir dizi genişleme sürecini içermesi de yeni bir savaşım ve bir zorunluluk haline gelmektedir (3).

Coğrafi genişleme ve mekânsal düzenlemeler uzun ömürlü fiziki ve sosyal altyapı yatırımlarını gerektirdiği için, mekânın ve mekân ilişkilerinin yeniden düzenlenmesi, kapitalizmin kriz yaratıcı eğilimini ortadan tamamıyla kaldırmasa da bir ölçüde dizginler. Bu tür düzenlemeler, zamanın bir noktasında söz konusu mekânı tamamen yok etmek zorunda kalır. Zamanın başka kesitinde ise sonsuz sermaye birikiminin açlığını doyuracak, tamamıyla farklı bir coğrafi mekân yaratacaktır. Kapitalizmin mekânları yeniden düzenlemesi aynı zamanda eşitsiz ve bileşik gelişmenin yeniden şekillenmesidir. Bu anlamda, söz konusu örüntüyü neoliberal küreselleşmenin yol açtığı “eşitsiz coğrafi gelişme” olarak görmeliyiz (4).

Mekanın hem üretilmesi hem de tüketim aracı haline gelmesi, ve kar marjı sağlamakta olan rekabetçi ortamların hedefi olarak tasarlanması ve insanlara ya da kentlilere yeni mekansal kurgular üzerinden yeni yaşamlar sunulması, ve medyanın etkisiyle bu yaratılan suni talebin cazip hale dönüşerek insanların istekleri haline getirilmesi, ve sonunda bir türlü modaya dönüşmesi çok ilginçtir. Örneğin, son onyıllarda mega-kentlerde yerden mantar gibi bitmekte olan gözlemlediğimiz `AlışVeriş Merkezleri`, çoğu insan için alışveriş yapmadan, kente inmek, kentte dolaşmak amacı ile gidilen, sosyalleşebileceği bir arka-plan, bir kent dekoru olarak kullanmaktadırlar. Kısaca AVM’lerin çıkış amacı esas fonksiyonu olan alışverişin ötesinde, etrafındaki yerleşimlerin ve kent mekanlarının metaya ve hatta markaya dönüşmesini sağlamak olmaya başlamıştır.

Kentteki sorunların artışı, yeni bir sorunsal olan ‘Kentin İnsanileştirilmesi’ konusunu da bu anlamda gündemimize oturtmaktadır. Dünya Meta-Kent’lerinde, kırsaldan kente göç ile, ülkelerarası küresel göçün de eklenerek artırdığı yeni kent sakinlerinin oluşturduğu sınıf farklarının, kent yoksulu ve alt gelir ve kültür gruplarının aleyhine çözümlerin oluştuğu ve böylelikle soylulaştırma projeleri ile kentin pazarlanacak yeni yüzünün tekrar üretilerek tüketildiğini görüyoruz. Sonuçta, ya kent yoksulları göçmen olmaya zorlanarak, ya da halihazırda göçmen olan kitleler, kent çeperlerine doğru iyice itilerek yeni imajlarla düzenlenecek kent mekanlarına yer açmış oluyorlar.

Kente methiye sunan tüm kavramlar, kentin o heyecanlı etkinlikleri, o hareketli ve zaman zaman uğulduyan kalabalığının ritmini yakalayarak o kentte yaşamanın bir serüvene dönüşmesinin yarattığı çekim, kent sakininin bireysel rekabet savaşlarına sürüklemesi gibi olumsuz boyutlarla, kent yaşamının zorluklarına işaret ediyor ve bir kentli olarak hayatını devam ettirmenin çok da kolay olmadığını da düşündürüyor.

Kentlileşme ve insan psikolojisinin ortaya çıkardığı duygu ve eylem trafiği, sürekli artış gösteren mekansal hareketlilikle birleşerek bir yaşama alanı şansı bulduğu anda, daha da hızlı bir gelişim göstermekte, bu yüzden, şehircilik ve planlama disiplinleri daha hareketli bir strateji belirliyerek kenti insancıllaşmaya yönelik önlemlerle geliştirmeyi amaçlamalıdır. Ancak, mesleki olarak belirlenen bu amaçlarda üç ayrı düzeyde çelişki ortaya çıkmaktadır. Bunlardan ilki ‘Soyutlama ve Entegrasyon’; kentsel işlevlerin soyutlandığı anlamlardan uzaklaşarak insanda kişilik parçalanmasına neden olmasıdır. İkincisi ise, ilişkilerin geliştirileceği sosyal ortamların sunulmadan önce, o kentte ve toplumda halihazırda varolan sosyal ilişkilerin yorumlanarak entegre edilmesidir.

Sonuncu çelişki ise, gündelik yaşam alanları içerisine tatil ya da eğlence kavramının şırınga edilerek bütünselliğin korunmasıdır (5).

İnsanın kendisini alıp götüren kalabalıklar arasında şehrin ruhunu, dilini duyumsaması; kendisini yalnız, adsız, anonim bir kişilik olarak ortaya koyabilme özgürlüğü, hatta yabancılaşmaya kadar uzanan bireyselliğin doruğuna çıkabilmesi…

İçine eklenen bedenimizle birlikle kımıldadığımız, uğuldadığımız, ve eş-yaşar -simbiotik- olarak birlikte bütünleşmiş bir organizmaya dönüşerek artık onsuz olamadığımız ve `kendimizleştirdiğimiz` kent.

Kent mekanı, bize sunduğu bu sahnede modern ötesi bir şekilde bizi tekrar tekrar yarattığı ve farklı şekillerde tüketerek sosyalleşmeye kilitlediği mekanizmalarıyla artık satılıktır.

Ve bu söylemin – yeni kentin – yeni adı `Meta-Kent`tir.

Kaynakça:

(1) David Harvey, Kapitalist Kent, New Left Review, 2008 Türkiye Seçkisi, Agora Kitaplığı;

(2) Tarık Şengül, Kapitalist Kentleşme Dinamikleri ve Türkiye Kentleri, Evrensel Kültür Dergisi, sayı 128, aralık 2008;

(3) David Harvey, Umut Mekânları, Metis Yayınları, 2008;

(4) İrfan Mukul, Eşitsiz Coğrafi Gelişme: Meta Kent, http://www.birgun.net, 25 Ocak 2010;

(5) Hans Jürgen Helle, Kentlileşmiş İnsan, Cogito Kent Kültürü

***

Son Söz Yerine…

21. yüzyıl kentlerinin ‘yeni yüzü’ hakkında yazacak daha çok şey, değinecek daha çok konu var. Buna örnek oluşturacak, dünyadan pek çok değişim, dönüşüm örnekleri var. Başarılı bir Barselona örneği var.. Barselona eski Belediye Başkanı (1982-97) Pasqual Maragall’ın söyledikleri var: “Kimse sadece korumayla yaşayamaz. Eğer yeni yapı yapılmazsa, kent ayakta kalamaz; hatta eski bile sürdürülemez. Her bir kentin, mevcut sembollerini yenilerle birleştirmede kendi formülünü bulması gerekiyor. Sonrası olmadan, eski yapıtlar sadece birer tekrar olur.” (1) İstanbul’da hergün, kentsel yenileme adıyla ortaya atılan projeler var. Londra’da 2012 Olimpiyatları için hızla yapılan “yenileme” ve inşaat çalışmaları var.

Dünya kentleri hızla değişiyor, dönüşüyor. Kentler, kendi yenileşme ve dönüşme modellerini, kendi iç dinamiklerini kullanarak kendileri yaratıyorlar. Tüm aktörler devrede. Herkes işin bir ucundan tutuyor. İyi-kötü sorumluluk almaya çalışıyor. Yönetimlere katılım artıyor. Halklar kendi güçlerini birleştirerek kentlerine, yerleşimlerine, mahallelerine, sokaklarına sahip çıkıyor. Kentler yüz değiştiriyor, kişiler anlayışlarını, bakış açılarını…

PEKİ BİZ NE YAPIYORUZ?

BİZ, TÜM – OLUMU YA DA OLUMSUZ – YENİLİKLERİN NERESİNDEYİZ?

YEREL SEÇİMLERE HAZIRLANIRKEN, BELEDİYE BAŞKANI ADAYLARIMIZ

HANGİ “YENİ” SÖYLEMLERLE KARŞIMIZA ÇIKIYOR?

BİZİM KENTLERİMİZİN `YENİ YÜZÜ` NASIL OLACAK?

BÖYLE BİR RESİM ÇİZEN VAR MI BİZLER İÇİN?

YA DA BİR YERLERDE – ÖRNEĞİN AKADEMİA İÇİNDE ÇİZİLMEKTE OLAN RESİMLERİ, GÖREN, BUNLARDAN YARARLANMAK VE KULLANMAK İSTEYEN BİRİLERİ VAR MI?

BELKİ BU ÇAĞRIMIZA KULAK VEREN BİRİLERİ ÇIKAR! BU VE BUNDAN BİR

ÖNCEKİ MEKANPEREST EDİTOR KÖŞEMİZDE BAHSEDİLEN, DOĞU AKDENİZ ÜNİVERSİTESİ

MİMARLIK FAKÜLTESİ`NDE GERÇEKLEŞTİRİLMİŞ VE GERÇEKLEŞTİRİLMEKTE OLAN ÇALIŞMALARDAN, ARAŞTIRMALARDAN, PROJELERDEN FAYDALANMAK İÇİN BİR ADIM ATILIR… BELKİ?…

UMUT DÜNYASI…

UMUT KENTLERİ…

KUZEY KIBRIS’TA…

Kaynakça:

(1) http://www.mimdap.org/w/?p=34029

2 Comments Add yours

  1. emre says:

    Yazınızı çok beğendim. Teşekkürler.

    1. cerenbogac says:

      Teşekkürler Emre. Mekanperest Gazetesi’nde benzer konulardaki başka yazılarımızı http://arch.emu.edu.tr/ adresinden okuyabilirsin. İyi gün dileklerimle-

Leave a comment