Kan Yasam…

Kan Yaşam’dan Öcünü Aldı

Öykü

Geldin.

Kapı çaldığı anda, aklımdan tek geçen buydu… Ve ben gülüyordum…-

İnsan bazen kendi anılarıyla baş başa kalıp, tüm o zamanların korkularını ve endişelerini yeniden kucaklamaktan ve en kötüsü de hiç bitmeyecek gibi uzayıp giden bir kabusun, tüm yaşamına işlemiş korkusunu yeniden tatmaktan korkuyor. Yani bir kez daha yaşamaktan.  Oysa ben, bazı akşamlar hala seni düşünüyorum… Seni, dü-şü-nü-yo-rum… Tarifsiz coşkuların, tarifsiz yenilgilerin ve tarifsiz yok oluşların, içime işlemiş küflü kokusu, boğazımı yakıyor. Nefes almakta zorlanıyorum. Ama yine de düşünüyorum seni…

Kimsin sen? Beni bu soğuk güz akşamında, birden bire bastıran yağmurla, böylesine acı bir titreyişin, giderek şiddetlenen sarsıntılarına bırakıp giden; unuttuğum her şeyde, en çok yüzlerde ve acımalarda, tiksintiyle, öfkeyle bana bakan siyah çerçeveli bir aynada –gördüğüm-, hayır karşı koymaya çalıştığım bir bakış, önünde diz çöktüğüm bir öfke, yaşamın o yalan yanlış umutsuzluğu… Söyle, kimsin? Karşımda böylesine cevapsız ve kibirli duruşunun ardına gizlediğin, hayır hayır fırlatıp önüme attığın hüzün, benim olmayan ama tam da sen gibi diyemediğim, bu uçsuz bucaksız yalnızlık, bu korku, bu vazgeçmişlik, neden, neden, neden… Söyle! Kimsin sen?

Dalgalarım vuruyor mu hala kumsallarına? Kıyılarında ayak izlerim duruyor mu? Bana doğrulttuğun silahının ucunda tapılası bir güzellikle sunduğun bedenin içindeki, dokunsam küle döndürecek, dokunsam o nefret silahını ateşleyecek ihtirasın, senin, benim, insan oluşumuzun tarifsiz aldanışlarıyla süslü kimsesizliğimizin –tek başınalığımızın-, benden kaçtığın, bana döndüğün tüm o yollarda seni parçalayan acının, intikamını almadın mı hala?

Kapıya yaklaştıkça, içimdeki her ses uçup gidiyor ve duyduğum şimşeklerin az sonra karşımda, keskin yüz hatlarını nasıl bir gürültüyle, o bir anlık yanıp-sönüş sırasında aydınlatacağını düşünüyordum… Aceleci değildim, adımlarım yavaştı. Kim olduğundan emin değildim senin artık; ama, gelmiştin işte. Bunu biliyordum. Ben senin en yakınındım ve şimdi en uzağında duruyordum. Az sonra uzanıp tutacağım ve bizi aylar sonra, yıllar sonra, yüzyıllar sonra karşı karşıya getirecek kapı kolu, giderek uzayan koridorun sonunda, gecenin içindeki tek yansıma, tek gerçek nesne, o metalik soğukluğuyla parlıyordu…-

Ben de korkuyorum, ben de yalnızım, görmüyor musun? Ben de yenildim, hem de sana yenildim… beni terk ettiğinde yenildim; sana geri döndüğümde yenildim; şu an yenildim; başlayan her yeni şeyde, ikimizden biri tükendiğinde yenildim! Yenildim!

Sen hep, böyle yağmurlu akşamları severdin. Gece deliydi. Deniz deliydi. Ben çağırsam gelmezdin. Oysa Deniz’in çağrısından öte bir şey yoktu bizim için. Sen bunun için gelmiştin. Pencereler, yıkık dökük evin avlusunda oynayan çocukların, kendi korkularına ve bu korkularının var ettiği evin hayaletine, öfkeyle attıkları taşlarla kırılmış, unufak olmuş, şimdi Deniz’den esen rüzgarla korkunç sesler çıkararak, karanlığın içinde gelişinin çığlıklarını atıyordu. Işıkları yakmıyordum. Sen gittiğinden beri yakmıyordum. Aniden ellerimde, ölümün bana ilk kez dokunduğu zamanki soğukluğunu yeniden duyumsadığımda, avcumda sımsıkı kavradığım, acı soğuğuyla parmaklarımı buz kesen kapı kolunu yavaşça üzerime doğru çekerken buldum kendimi…

Gitme ne olur… kal biraz. Bize sevdiğimiz her şeyden uzak durmayı öğretmediler mi? Deniz’den korkan bir nesiliz biz…ve her şeyi uzaktan seven… Bir tek seninle konuşabilirdik bunu; ama sen gittin. Ama ben de gittim.  Şu an varetmek istediğin senin, tek bir anlık bile olamayacağını biliyorum, gitme, kal biraz…Hayır, senden ekonominin son durumunu dinlemek istemiyorum. Dün gece okuduğun kitabın ne olduğunu da merak etmiyorum, hayır… Üçüncü dünya savaşı çıkacaksa çıksın, biz zaten hep savaşmıyor muyuz? Bunları konuşmak istemiyorum seninle, sen de istemiyorsun, artık kaçamayız birbirimizden. Bak ben geri dödüm. Yağmur’u sevdiğim için döndüm. Deniz’i sevdiğim için döndüm. Seni düşünmek keşke öldürebilse beni; ama ölemiyorum ben artık. Birlikte yaşadığımız her şey tek bir anlığına, bir tek o anda güzeldi. Sen’le ben’i ayıran neydi? Beni içinden zorla gönderdiğinde ve ben bu gece sana geri döndüğümde, sen’le ben’i ayıran neydi? İlk sözü ben mi söylemeliyim;

“sen;

bir şey ancak bu kadar mutlu edebilirdi beni ve ancak bu kadar yaralayabilirdi…”

Sen ve ben… artık okyanus değiliz… bizim okyanusumuz, senin uçurum gözlerinden aşağıya aktı… Yeni bir yalanla sevişmeye mi başlamalıyız yeniden? Birbirimize en çok sevişirken mi yalan söyledik biz? Ve o yalanları söyledikçe mi, bu denli bağlandık birbririmize? Bak, kendi yalnızlığımıza bile sığınamıyoruz artık. Bir insan kendi yalnızlığı tarafından bile terkedilmiş olabilir mi? “Acı hafifler…” bunu mu söylüyorsun bana? Hangi acı, şu an acı bile hissetmiyorum. Bu kez acı bile işe yaramıyor….

Geldin. Bu anın başka bir anlamı yoktu. Şu an kızıla dönüşen gökyüzünde çakan şimşeklerle aydınlanan, karanlığın ve yağmurun hayalet silüetinden başka bir şey olmayan sen; karşımdaydın ve bu anın, bundan başka bir anlamı yoktu artık. Bu züppe görünümünün tafraları, korkalığını gizleyecek bir maske bile olamıyordu. Sen bir gölgeydin, -unutma-. Karanlığa lanet edemezdin! Hiç bir şey söylemeden içeriye girdin. Saçlarından ellerime bir yağmur damlası düştü. Su yakıyordu artık.Uzaktan sevmek kolaydı. Oysa yaklaştıkça benden korkuyordun. Gecenin içinde, yağmurun altında, deniz yanıyordu dışarıda.. Evet, dışarıda Deniz yanıyordu… Gözlerinin başladığı yer… gözlerinin bittiği yer… Bakışlarının boğulduğu.. Ellerim yanıyordu… Su yakıyordu artık …

Nasıl yakın olabiliriz seninle yeniden? Seni göndermeli miyim, yoksa seni öldürmeli mi? Göndermeliyim seni… gülüşünü düşünüp ısınmak istiyorum… Göndermeliyim seni… kalbin bende kalmalı; aramıza bunca uzaklık girmesin, girmesin! Bak, içimizdeki korku giderek ölüme dönüşüyor… Karşı karşıya kaldığımız bu anın ikinci defası olmayacak… Beni sana getiren, seni benden götüren bu sokakların bekçileri olan acılar, koruyamıyor sınırlarımızı… Ağlıyorsun… Bunlar öncekilerden çok farklı göz yaşları… Bin kez yıkılmadık mı seninle, bin kez yanmadık mı? Geri ver. Aldığın her şeyi geri ver artık. Her şeyde, her şeyden bir parça var. Herkeste, herkestenbir parça… Bunlar bizi hiç yapıyor. Sıfırla çarpıyor varlığımızı…

Yaşarken sevdiğimiz her şeye, bu denli kırgın olmak zorunda mıyız?

Bu anı nasıl hayal etmiştim; şimdi ikimizin de birbirimize bakan sakin yüzünde ne öfke, ne korku, ne de bunlardan başka herhangi bir anlam vardı. Benim yarattığım, kendi katilim karşımda duruyordu ve beklediğimden de soğuk kanlıydı. Yıllarca onu süründürdüğüm acılarla hissizleşmiş, artık bom boş bakıyordu. Bu cinayet için kaç bin yıldır, ikimiz de bekliyorduk. Uzun zaman olmuştu… Kalbi kırıktı; ama bende kalan parçalarını neden almaya bu kadar geç geldiğini bilmiyordum. Karşımdaki durgun yüzde, dakikalardır aradığım, -hatırladığım- o çocuğun, böyle bir gecede, içimden çekip gitmeden önce -çok uzun zaman önce hem de-, ışıl ışıl parlayan gözlerinden eser yoktu. Boyu beklediğimden çok uzamış, küçücük elleri nasırlaşmış, duruşu sert, hareketleri sert, onda kalan tüm izlerim çoktan silinip gitmişti. O’na baktıkça, yeniden çocuk olmak istiyordum. O’na baktıkça, yeniden çocuğum olmasını. İçime girmesini ve yıllardır onun yerine koyduklarımı, dışarıya kusmasını… Bu güçlü duruşun içinde, elinde tutuğu bıçağın –neden bir bıçakla öldürmeye karar vermişti ki beni?- ona ne denli ağır geldiğini, dengesini koruyabilmek için onu iki eliyle zar zor kavradığını farkettiğim zaman, yersiz ve buruk bir gülümsemeyle ona bir kez daha baktım… Beni öldürmek istiyordu. Bunu istiyordu; ki en kötü kabusu olarak bir daha hiç peşini bırakmayayım. Son nefesimi vermeden önceki, son anım, sosuza dek hep gözlerinde dolaşşın…

Seni yitirmek, bu yaşamı yitirmek olmayacak…. Gel sarıl bana; çünkü senden korkmuyorum! Yaşam benden aşkı almıştı, şimdiyse kendi kanım yaşamdan öcünü almalı. Bak işte her yanım kanıyor. Kan yaşamdan öcünü alıyor, görüyor musun? Kaprislerini çekemem artık. Evet, evet o bıçak senin elinde, sen sapladın onu bana, kan ellerine bulaşmış. Korkuyor musun? Beni katilin olarak sen kiraladın. Şimdi kendi korkundan, katilini mi öldürüyorsun? Evet, dışarıda Deniz var. Senin için değil, onun için döndüğümü de biliyorsun değil mi? Karşımda benden de mi sert durmaya çalışıyorsun. Ellerinde tuttuğun metalden daha sert olsan kaç yazar? Nasıl olsa suda paslanmayacak mısın? Ve sen biliyorsun; toğrağı kanımla beslemek, bize başka bir yaşam kazandırmayacak. Yüzüm yüzünde olmalıydı şu an. Bana böylesine nefretle bakan gözlerde bir nefes kalmalıydım! Dokun bana, benim kanımla yıkanan ellerinle dokun.Bu eller artık canımı yakamaz benim… Yaşadığın benim hayatım. Beni öldürmeden tek başına kalamazsın; ne yaparsan yap, hep seninleyim çünkü… Ben seni öldürsem de, yalnız başına kalamazdın!

Bana birlikte yaşadığımız tüm o çaresizliklerin -hala- bitmeyen öfkesiyle bakan  gözlerinde o denli dost ve o denli yabancıyız! Her şey bitmeli artık. Ama her şey bitmemiş miydi? Bir şey kaç kez biter, söyler misin? Huzur istemiyorum. Ben fırtınalara öylesine alıştım ki, Deniz’in durgunluğu bile sinirime dokunuyor. Bu beden senin değil. Eğer senin olmasını istiyorsan, öldür beni. Bir kez doku bana… öldür… ve çek git sonra…

TİK TAK, TİK TAK, TİK TAK….Ve şimdi sen yoksun… ve her şeyim sensin…. Yaşanmış ve bitmiş bir aşkın içinde tüm satırlar. Ya da aşk o satırların içinde, bilemiyorum…  –

Ben senin yaşam’a karşı son kozundum. Şimdi beni harcayıp, yokolabileceğini mi sanıyorsun? Keşke, keşke her şey senden öte olsa…. ve ben hiç dokunamasam. Dokunmak istesem de, ellerim uzanmasa… Ağlıyor musun? Hayır, sandığın gibi canım yanmıyor. Artık ne yapsan da canımı acıtamıyorsun! Çok mu fazla kan aktı? Kan değil, yıllarca içimde taşıdığım sensizliğim akıyor bedenimden… Şu an hala bilmiyorsun, farkındayım. Oysa bir gün seni ne çok sevdiğimi anlayacaksın… Gözlerini gözlerime dik. Sevgiyle olmasa da, nefretle bak yeniden. Bak gözlerime! Geçmişsiz ve geleceksiz bir nefretin korkusu olmaz benden. Bu unutulmuşluğunun intikamı mı? Unutuldukça intikam büyür çünkü. Bu benim sana bu denli geç gelişimin intikamı mı? Senden hiç bir zaman korkmadım. Ne o silahı ateşlediğinde, ne de o bıçağı bana sapladığında. Sadece yenildim sana. Duyuyor musun: Sana Yenildim!

Benim güzel çocuğum, benim güzel katilim, bak ikimizin de kılı kıpırdamıyor artık göz göze geldiğimiz zaman. Hani aynada karşı karşıya kaldığımızda, utangaç bir edayla bakışlarımızı birbirimizden kaçırırdık ya… Hani sırf buyüzden, ben aynanın karşısına geçip, hiç tarayamaz ve dağınık, ruhum gibi darmadağınık saçlarla dolaşır, bunu da kimseye anlatamazdım ya… Senin kötülüğünü en iyi ben bildim! Yoksa nasıl bu kadar çok sevebilirdim seni. Ama artık seni sevebilmek için, benim kötüden de fazlası olmam gerekli. Benim seni öldürmem gerekli, bu eller senin kanınla yıkanmadıkça, temizlenemez artık!

Buradasın işte… buradasın… Burada mısın? Artık gidemiyorsun değil mi? Bir kez daha beni gönderemiyorsun? Artık kopamıyorsun benden! Bu muydu seni sevmek? Ama çok geç artık… ben… ölüyorum… Ben geldim…seni göndermeliyim! Seni gönderm…

Beni içinden atman için, önce içine alman gerekiyor…

Neden geri döndürüyorsun her seferinde? Neden bir kez olsun sen çekip gitmiyorsun! Senin kimliğin gibi, kimliksizliğin de hep ben oldum, öyle değil mi? Şimdi sözlerin cansız dudaklarımın suskun ağzında. Kalbim atmıyor, evet öldüm artık. Bırak, uğraşma, hayata döndüremezsin beni. Sana döndüremezsin! İşte gördüm seni, sonuda saklandığın yeri buldum! Gözlerimi yumduğum ağacın arkasına sobeliyorum. Benim cansız bedenimin yanında duruyorsun.. Ellerin ellerimi tutuyor. Kan var ikimizin de ellerinde. Benim kanım, hala akıyor! Hayır kanım pozitif degil, kan gurubum seninkine uymuyor. Hayır bana kan veremezsin, içimde sana dair başka hayat taşımak istemiyorum. Evet bu ölüm benim seçimimdi. “Seni düşünmek, keşke öldürse beni…” diyen bendim! Kimse seni suçlamayacak, korkma… Kimseye anlatmak zorunda kalamayacaksın…. Sen hep vardın. Senden başka herkes biliyor bunu. – Benden önce de, benden sonra da…- Sen hep vardın…

Sen ve ben… artık okyanus değiliz… bizim okyanusumuz, senin uçurum gözlerinden aşağıya aktı… Yeni bir yalanla sevişmeye mi başlamalıyız yeniden? Cansız bir bedenle sevişmek isteyecek kadar güvensiz misin kendine karşı? Teninde duyumsamak için işlediğin cinayet bu denli ucuz bir haz mı? Al işte beni… Al, götür. Ne gittiğin yer önemli, ne sürdürdüğün hayat, ne de beni nereye gömeceğin… Yoksa, yoksa bu uykulu insanların arasında, bu gecede, kaybolacağım… Al! Al işte beni… Bir şey bir kez biter… İnsan bir kez ölür.. Bu ölümden korkmuyorum…

Yaşanmış ve bitmiş bir aşkın içinde tüm satırlar. Ya da aşk o satırların içinde, bilemiyorum…

Yitirdiğin her şeyde, benden nefret etme artık. Gözlerini gözlerime dik ve bağır. Bedenime sapladığın bıçağı, çekip çıkar. Ben öldüm, şimdi seni gönderiyorum. İşte gidiyorsun,ilk kez sen gidiyorsun… kalbin kalıyor benimle…

Gülüşünü hatırlıyorum yeniden… ve yeniden yaşamaya başlıyorum!

Yine yenildik birbirimize…

Seni seviyorum.

Geldin.

Kapı çaldığı anda, aklımdan tek geçen buydu… Ve ben gülüyordum… –

“Dün bütün gece bunu sayıkladın, sanırım yine sarhoştun. Ayıldığın zaman ara beni.” yazan bir not sıkıştırılmıştı avcuma.Yağmurlu bir son bahar akşamının ardından, gözlerimi kumsalda sırsıklam açtığım zaman, boş içki şişelerinin arasından Deniz’e baktım o an. Dalgalar durulmuş, kumsaldaki tüm izler bir kez daha silinmiş, tüm gece şarkılar söyeleyen kalabalıktan geriye, benden başka kimse kalmamıştı. Oysa sen gelmiştin.  Ben kumların üzerinde yatarken, bir dalgayla deniz’den gelen ve bedenime çarpan, baktığım zaman yansıttığı güneş ışınlarıyla gözlerimi kamaştıran bıçaktan anlamıştım bunu. Ellerimde, kimsenin görmediği, artık hiç bir suyun yıkayamayacağı kandan anlamıştım. Doğruldum ve bıçağı, geri çekilen dalga onu deniz’e sürüklemeden önce, uzanıp aldım.

Kumların üzerine adımı – ellerimden yaşam’a damlayan kanla- bir kez daha yazdım. Ve bıçağı, adımın baş harfine sapladım…-

Ceren Boğaç

Uluslararası Türk Dili ve Çeviri Dergisi, TURNALAR, Sayı: 9 (ss.50-52), 2003

This slideshow requires JavaScript.

Leave a comment